Dizi Eleştirisi
Euphoria (2. Sezon)
Her jenerasyon için onları tanımlayan bir gençlik dizisi mutlaka uğruyor televizyonlara. Dawson’s Creek, The O.C., Skins ve şimdi de Euphoria… Hatta Josh Schwartz fabrikasından Gossip Girl’ü de sıkıştırmak mümkün bu listeye, ama bir nesli mi anlatıyordu yoksa o neslin Gossip Girl’deki berbat insanlara dönüşmesine mi yol açtı emin olamıyorum. Neyse bizim meselemiz, herkesten daha ayık, dünyanın berbat bir yer olduğunu doğduğu gün anlamış Z jenerasyonunun oyun bahçesinde volta atan Euphoria zaten. Disney çıkışlı Zendaya’nın geniş kitleler tarafından tanınmasını sağlayan ve onu kariyerinin ilk Emmy ödülüyle buluşturan yapım uzun bir bekleyişe sığdırdığı iki özel bölümün ardından yeni sezonuyla geri döndü. HBO sponsorluğundaki, pazar gecesini pazartesi sosyal medya akışına bağlayan, Succession’dan boşalmış koltuğu doldurdu. Reytingi kimin televizyonunu açıp izlediğiyle değil, aldığı interaktif reaksiyon üzerinden ölçüldüğü günümüzün bütün oyuncaklarını çok iyi kullanan bir iş Euphoria, her şeyden önce bunu belirtmek lazım. Muhatap aldığı kitlenin neyi, hangi hızda tükettiğine bir hayli hâkim. Bunda bir sorun yok elbette. Succession da aynı metoda başvurmaktan asla geri kalmıyor. Benzer ticari hamleleri Game of Thrones’un son sezonlarında da tatmıştık hatta. Fakat Euphoria’nın kendini bu damara tamamen teslim etmesiyle birlikte, ikinci sezon dev bir “gürültü yaratma” hevesini de arkasına alıp plastik bir vitrin ürününe dönüştü.
Sekiz haftalık serüvenimiz diziye zarar verdi mi, vermedi mi bilemiyorum fakat her karakterin birbirinin karbon kopyasına dönüştüğü bir sezona şahitlik ettik hep birlikte, bundan çok eminim. Göz hizasındaki herkes baba problemlerine sahip, bu boşluğu toksik ilişkilenmelerle gidermeye çalışan karikatürlere indirgendi. Euphoria’yı özel kılan en başından beri yeni bir gezegen keşfediyor olması, hikâye anlatma sanatında görülmemişi yapması değildi elbette. Ancak akı karası karışmış, kimsenin birbirinden ayrışmadığı ve o yaşa dair, her şeyi kendin hakkında ya da kendin yüzünden zannetme hâlinin öykü üretiminde yegâne kaynak olarak işlev gördüğü bir kakafoni de değildi pek sevdiğimiz bu dizi. Öyle bir kargaşa ki, manzaramızın tek Waldo’su Lexi Howard bile kız kardeşinin gölgesinde kalmış iyi huylu, komşu çocuğu profilinden ayrıştırılıp Tracy Flick ekolünün yeni temsilcilerinden biri olarak resmedilerek kalabalığa karıştırıldı. Herhangi bir lisenin karşılayacak bütçesinin bulunmadığı, kendi şakasına kendi gülen parodiden bozma oyunuyla da final bloğunun üzerine tüyü dikti sanki.
Her şeyi bir kenara bıraktığınızda, büyük bir seyir zevki vaat ettiğini söyleyebiliyoruz elbette Euphoria’nın. Sırf ikinci seriden bile hatırlarda kalacak pek çok şey saymak mümkün. Yalnız sermayesi olarak kabul ettiğimiz karakterlere vakit ayırmak yerine şiddet failini “Ama o closetında çürümüş eşcinsel bir baba.” diye aklayışlarıyla, Fez’in çevresinde dönen kargaşayı kimsenin hatırlamadığı bir ayrıntıya bağlayan kapanışıyla ve video klip estetiğinin esiri olurken hikâyesini katmanlandırmaktan imtina edişiyle sınıfta kaldı bu sezon. Ben Jules’un var oluşuna dair duyduğu kaygıları, Kat’in istediğini elde ederken ihtiyaç duyduklarını unutmasını, bu dev ormanda Maddy’nin ring liderliğini elinde tutuşunu çok özledim. En ön sıradan izlettiği, Rue’nun ailesine acılar içinden en güzelini seçtirdiği travmatik bölümünü tenzih ederek söylüyorum, bu sezon incir çekirdeğini dolduramadı. Dizinin yaratıcısı Sam Levinson’ın aynadaki yansımasına pek hayran hâli, pandemiye sıkıştırdığı Malcolm & Marie’de de çok hissediliyordu. Belki de bundan sonrasında senaryo odası oluşturup yardım almaya ihtiyacı vardır, bilemedim. Fakat şu hâliyle Euphoria’nın kendi kuyruğunu kovalayanlar kumpanyasına daha ne kadar geçit verebiliriz, kestiremiyorum.