Eleştiri
Benediction
Yerel bloggerınız Oscar Boy’un uluslararası sularda yüzme macerasında yeni adımı Glasgow Film Festivali’nden akreditasyon kapmak oldu. Birleşik Krallık topraklarına göçüşümle birlikte artık buradaki yerel festivallere koşturacağımı bildirerek girizgâhı yapmış olayım. Sinema yıllarında da artık buranın takvimini ele almam olası. 2021’de Avustralya hariç hiçbir yerde geniş gösterim yapmayan Terence Davies harikası Benediction da tam olarak bu sebepten yeni takvim yılıma dahil oldu benim nezdimde. Jack Lowden’ın başrolünde yer aldığı yapım, hayatı fotoğraf karelerine sıkıştırıp olduğu gibi anlatmayı seven yönetmenin gözünden ünlü şair Siegfried Sassoon’u anlatıyor. I. Dünya Savaşı sırasında muhalefeten yazdığı şiirleriyle edebiyat dünyasında kendine yer edinen Sassoon’un pek de gizli sayılmayacak eşcinsel kimliğiyle birlikte dönem içerisinde hem bir sanatçı, hem de gay bir erkek olarak varlık gösterme, hayatta kalma, hatta özüne sadık kalma savaşını izliyoruz Davies’in dolambaçsız kamerasından. Ancak alışık olduğumuz biyografilerden büyük bir farkla. Ardında devasa bir külliyat bırakmış, tarihe adını yazdırmış isimlerin bu sanat eserlerini ortaya çıkarırken yaptıklarının ne kadar bilincinde olduklarına dair dev bir şüpheyle yaklaşarak, her şeyi olağanlaştırıyor Benediction. Biraz amaçsız ve belki de dağınık bir düzenin içerisinde Sassoon’u sıradan biriymiş gibi gözlemleyerek perde dışındaki varlığından sıyırarak anlatıyor bildiklerini. Tabii ki de Davies’in imza niteliğindeki zarafetinden de ödün vermeden…
Adını Benediction sayesinde ezberime yerleştirdiğim Jack Lowden’ın oyuncu olarak yaptığı tercihler büyük bir önem teşkil etmekte film için. Çünkü hem gösterişli ve perdeden taşan bir performans çıkarıyor ortaya, hem de mübalağalı tarafını Sassoon’un doğasında eriterek bir şekilde ekonomik göstermeyi başarıyor. Gizli kapılar ardında da olsa istediği hayatı dönemin koşulları altında bir şekilde yaşamayı başaran şairin sağduyusuyla da sürekli bir kontakt hâlinde sanki. Davies’in kamerasını, karakterin yaşlılığını canlandıran Peter Capaldi’ye çevirmediği bütün anlarda yük bütünüyle Lowden’ın omuzlarında. Ve bağıra çağıra sevip sevişemediği bir dünyada hayatı bölüşebileceği birini bulduktan sonra onu çok eşliliğin hırçın kollarına teslim ederken de bütün kırılganlığını hem beden oyununa, hem de diksiyonuna yansıtış biçimi neredeyse ustaca. Belki filmle bu denli derin bir iletişim kurabilmemin arkasındaki yegâne sebep Lowden’dır diye düşündürecek kadar yetkin hatta.
Terence Davies’in görsel anlamda kariyerinden herhangi bir filmle eşleştiremediğimiz anlatısı, romancılığıyla da bilinen yönetmenin kariyerinden bir başka gövde gösterisi olmayı da başarıyor buna karşın. Benediction hem hatırlayamadığımız kadar uzak bir hatıra oluyor, hem de içerisinde hiç yabancılık hissetmediğimiz bir evren kuruyor diğer taraftan. Sassoon’un sürekli değişen oyun arkadaşlarıyla birlikte perdede ikiden fazla oyuncuyu çok az gördüğümüzden rejisi kuvvetli bir sahne çalışması izliyormuşuz hissiyatı da baki. Yavaş yanan, hiçbir şeyi aceleye getirmeyen tavrının herkese hitap etmeyeceğini not düşmeli elbette. Ama Davies’in filmografisinde seyircisine kollarını sonuna kadar açan bir film bulabilmek pek mümkün değil zaten. Yönetmen, Benediction’da seçici davranarak Sassoon’la tanışmak isteyenlere aralıyor kapılarını. Kimseyi onu sevmeye zorlamıyor, gözlemlemek isteyenlere bir medyum yaratıyor yalnızca.