Eleştiri
18. Glasgow Film Festivali’nden notlar…
Geçtiğimiz hafta çevrimiçi olarak katılma fırsatı yakaladığım 18. Glasgow Film Festivali açıkçası etkinliği şehir dışından takip edenler için epey zor geçti. Akreditasyonlarının büyük bir kısmını Birleşik Krallık’ın diğer şehirlerinde yaşayan basın mensuplarına veren GFF, dağıtımcılar izin vermediği müddetçe elimize screener yollamaya dahi çekindi. Öyle ki Londra merkezli olsam da Türkçe yazdığımdan çoğu şirket bana filmini yollamaktan imtina etti. Dolayısıyla sadece (şaka gibi ama) üç film izleyerek kapattım festivali. Terence Davies imzalı Benediction”ı geçtiğimiz hafta kaleme almıştım. Bugün de üzerimde pek bir etki yaratmayan Not Going Quietly isimli belgesel ve düşük bütçeli İskoç komedisi Angry Young Men’i ağırlayacağım. Hazırsanız #BFIFlare fırtınasına dahil olmadan Glasgow’u aradan çıkaralım bakalım. Buyursunlar…
Amansız hastalıklara yakalanmak, kaza sonucu sakat kalmak ya da buna benzer, kişinin gündelik hayatındaki düzeni değiştiren, mental durumuna da etki eden vakaların konu olduğu belgesellerde ne yaparsak yapalım sağlık hizmetlerinin nasıl alındığına, ayrıcalıkların hayatta kalma savaşına ne kadar katkısı olduğuna değinilmiyor. Amerikalı avukat ve aktivist Ady Barkan’a 33 yaşında ALS teşhisinin konulmasının ardından yaşananları konu almaktaki Not Going Quietly biraz da olsa sürüden ayrılıyor denebilir bu açıdan bakıldığında. Çünkü Barkan, yaşamını ABD’nin noksanı çok sağlık sistemini düzeltmek adına direnmeye, bunun için mücadele etmeye adamış. Üstelik ALS hastası olmadan evvel de uğruna büyük bir tutkuyla savaştığı bir meseleymiş bu. Olayları tam zamanlı olarak, Barkan’ın maruz kaldığı haksızlıklar ve dışarıdan “özgürlükler ülkesi” paketiyle satılan kapitalizm turşusu Amerika’nın gerçek yüzünü göstererek anlatıyor belgesel de. Fakat bu süreçte Barkan’a gerekli maddi desteği hangi kişi ve kurumlar sağlıyor, eşit sağlık hizmetini savunurken kendisine ayrıcalığı kim hediye ediyor meşru. Filmi de bu sorunun gölgesinde izlediğinizde davasından yavaştan uzaklaşmaya başlıyorsunuz. Halk adamı Barkan, komplo teorilerine düşkün, internetteki liberal amcaların varlığından şüphe ettiği “büyük güçlerin” kuklası gibi hissettiriyor. ALS’le mücadelede ne kadar yol kat etmemiz, kendimizi ne kadar çok eğitmemiz gerektiğine dair öğretisi baki tabii.
Adı konmamış, yeni bir dönemden geçen İskoç Sineması’nın muhtemelen Glasgow haricinde herhangi bir yerde izleyiciyle buluşmayacak, epey yerel bir örneği Angry Young Men. Kendimi Türkiye’de her ay vizyona giren, adında varil, leğen, damacana gibi isimler geçmiş komedilerinden birini izlemiş gibi hissediyorum hatta, öyle söyleyeyim. Paul Morris isimli beyefendinin büyük bir tutkuyla hem yazdığı, hem yönettiği, hem kurgusuna ve müziklerine el attığı, neredeyse tek başına kotarılmış, 5 bin sterline mal edilmiş bir “ev projesi”. Sokak çetelerinin sebepsizce alanlar belirleyip birbirine kök söktürdüğü ve gerçeklikle bağını büyük bir oranda koparmış bir büyüme öyküsü var merkezinde. Dilindeki samimiyeti perdeye de yansıyan, amatör bir ruhla çekildiği her hâlinden belli kakafonisinde toksik maskülinitenin başlangıç noktasına kadar gidip “erkeklik” denilen illeti, pek de yorum getirmeden, merkezinde gözlemliyor. Ama çok büyük devamlılık hataları, kötü oyunculuklar ve 84 dakikayı bile uzun hissettiren sarkmalarla. Bir ilk film için ideal bile diyemiyorum, çünkü paradan bağımsız bir vizyonun bulunduğuna çok emin değilim. Morris, ilk projesinde hayran olduğu yönetmenlerin her birini öyle çok taklit ediyor ki özgün sesinin ne olduğunu duymakta güçlük çekiyoruz. İskoç hava sahasında geçiyor olmasa ilk çeyreğindeki cazibeyi barındırır mıydı, o bile şüpheli.