Eleştiri
2022 BFI Flare Günceleri #1
2022 BFI Flare: Londra LGBTQIA+ Film Festivali, 16 Mart’ta tatlı bir açılışla startını verdi ve ben de bir kez daha bütün lubunyaların toplaştığı festivaldeki yerimi aldım. Bugünden itibaren biriktirdikçe izlediğim bütün uzun metrajlıları, kısa kısa da olsa yazmaya özen göstereceğim. Sosyal medyada sizlerden sıklıkla gelen “Nereden izleyebilirim?” sorularını da umuyorum ki festivaldeki bağımsızlar dağıtımcılarla buluştuğunda cevaplayabiliyor olacağım. Henüz geçen sene izleyip, adına hiçbir yerde rastlayamadığım Colors of Tobi’nin uğradığı haksızlığı atlatamamışken bu sene nelerle karşılaşacağımı bilmesem de görevimin başındayım!
Geçtiğimiz yıl da No Ordinary Man ile festivalin konuğu olmuş yönetmen Chase Joynt’un imzasını taşıyan belgesel Framing Agnes, UCLA cinsiyet sağlığı araştırmaları kapsamında ellili yıllarda trans bireylerle yapılmış ve arşivlenmiş bir takım kayıtlı röportajları gün yüzüne çıkarıyor. Daha evvel 2019’da kısa belgesel olarak gizli hazineyi seyirciyle buluşturan Joynt, bu defa talk show formatında ve canlandırmalarla perdeye taşımış UCLA’deki araştırmaları. Angelica Ross, Zackary Drucker ve Jen Richards gibi ünlü trans aktrislerden de desteğini almış. Barındırdığı bütün fobik suallere karşın, geçmiş zamanın katran karası ve pek de hakim olmadığımız bir sayfasından pek de değerli diyalogları barındırdığından Framing Agnes, tam anlamıyla herstory dersi denebilirdi pekâlâ. Fakat Joynt canlandırmaları ve bu proje kapsamında filme dahil edebildiği herkesi öyle bir kafaya takmış ki, Framing Agnes kısa bir süre içerisinde tarih dersinden ziyade bu insanlar tarih hakkında ne düşünüyor resitaline evriliyor. Herkes kendi deneyimi üzerinden bir yorum getirmeye fazla müsait olduğu için de seyirciye nefes alacak alan kalmıyor. Tabii ki de herkesin geçirdiği süreç birbirinden değerli ancak Framing Agnes’in daha fazlası olabilecekken bu potansiyeli öznel fikirlere, anılara indirgemesi can sıkıcı ve filmi de içeriğinden ayrıştıran bir tercih olmuş.
Geçtiğimiz yılki BFI Flare deneyimimden bir şey öğrendiysem, o da festivaldeki her filmi görmek için çaba sarf etmemem gerektiğidir. Walk with Me, neden buradayım ve neden bu ekrana bakmak için kendimi zorlamaya devam ediyorum sorusunu sorduran o yapımlardan bir diğeri oldu benim için. Isabel del Rosal’ın yönetip senaryosunu yazdığı film, eşinden ayrıldıktan sonra kendini ve hayattan ne istediğini keşfetme sürecinde yolu bir kadınla kesişen Amber’ı konu alıyor. Aniden tanıştığı Logan, bir anda bildiği her şeyi unutturuyor ve yepyeni ufuklar açıyor ana karakterimize. Sonrasında da çocuğu olmadan yapamayacağının farkında bir annenin izinde, heteronormatif düzene de belli belirsiz yenik düşerek açtığı bembeyaz sayfaya tanıklık etmemizi buyur ediyor. Sorun şu ki, bütün niyeti saf, kalabalıktan kaçarken kalabalığa benzeme çabası affedilir olsa da Walk with Me senaryo, oyunculuk ve reji anlamında seyircisi için acı dolu bir deneyim. Amatör ruhun da ötesinde ortada iki saate yayılacak bir hikâye olmamasının, kısa olarak geçiştirilebilecek olağanlıkta bir sevdanın altında eze eze bitap ediyor seyircisini. Söyleyecek yeni bir cümlesi olmamasını geçtim, kendi cümlelerini de kuramıyor. Bütün tümsekleri, hakkı teslim edilmeyen tonlarca etkenin arasında plastikleşmiş. Keşke karakterlerle değil de salonun çıkışına doğru yürüseydim dedirtti.
Şu ana kadar izlediklerim arasında görsel anlamda en doyurucu, bir bütün gibi hissettiren tek film A Distant Place’ti açıkçası. Park Kun-young, ilerleyen dönemde MUBI kapsamında seyirciyle buluşacak, 2020 yılından beri festival festival dolaştırdığı filminde bir kız çocuğuna babalık yapan ve şehirden uzak bir çiftlikte çalışan Jin-Woo’nun önce erkek arkadaşı, sonra da ikizinin gelmesiyle değişen hayatını merkezine almakta. Meselesi kaçtığımız her şeyin en nihayetinde infazımızın baş kahramanı olduğuna da dikkat çekmek üzerine kurulu. Şehirden uzaklaşırken daha büyük dertlerini dünyasına sokan, basitliği ararken kalabalıkta kaybolmanın ona iyi gelmediğini anlayan, sevgi görmeyi kabul etmezken sevgisini göstererek bir çocuk büyütmenin ikiyüzlülüğü altında ezilen ana karakteriyle olduğumuz ve olmak istediğimiz insan arasındaki tezatla da oynuyoruz biraz. Ancak sorun şu ki, pek güvenli yollardan gerçekleştiriyor film bütün eylemlerini. İki erkeği değil sevişirken, öpüşürken bile göstermiyor aralarındaki sevdanın yıkılmaz olduğunun altını çizse de. Kardeşler arasındaki çatışmanın temeline inmekle de ilgilenmiyor örneğin. Bir bilinmezlik olması sorun yaratmasa da onları tanımamıza engel olup, vaktini doğayı izleterek öldürüyor. Yavaş yanan seyrinde de son durak olarak kendine seçtiği yararsız yerde, Call Me by Your Name’den miras bir anı kullanarak ilhamın dozunu kaçırıyor. Biraz daha doldurabilseymiş boşlukları, Güney Kore’nin taşrasına bu kadar yabancılık çekmezmişiz sanki.
Cinema verité örneği belgesel Sediments, vajinoplasti ameliyatı hakkında bildiklerini birbiriyle paylaşan trans kadınların oluşturduğu bir destek grubundan altı kişiyi bir araya getirerek, İspanya’nın kırsalında aldıkları yolculuk sırasında onları anbean takip edip bütün sohbetleri olduğu gibi taşıyor perdeye. Antonio Giménez Rico’nun 40 yıl evvel çektiği Dressed in Blue’dan ilhamla hareket eden yönetmen, kasting sürecinde de epey trans kadınla görüşüp vizyonunun uyuştuğu ve Rico’nun filminden etkilenen bir grubu bir araya getirmiş. Başından sonu belli düzeneği boyunca da sadece tekil değil, birlikte tartışarak ve hatta yaşlarından, konumlarından, sosyal statülerinden bağımsız birbirlerine bir şeyler öğreterek büyüyen, gelişen bu kadınları ortak deneyimleri sayesinde tek bir yürek hâline getirmiş hatta. Hayatın tam içinden, kurgunun eli değse bile kurgudan daha gerçek tavrı da esas hazinesi. Filmine yoldayken şekil veren Silvestre, dış etkenlerin önünü hep keserek Sediments’ın sadece öznelerinin filmi olmasını sağlamış. 90 dakikasına tanıklık ettiğimiz süreç bittiğinde arkadaşlarımızdan ayrılıyormuş gibi üzüntüye düşmemiz de tamamen doğalın peşinde koşan kameradan sebep. Hem bildiklerimin üstünden geçmiş, hem de istesem bile kendimi onların yerine koyamayacağımdan yepyeni bakış açıları geliştirmişim gibi hissediyorum. Ehlileştiren ve eğitenlerden, bir tek Sediments’ı bana ekledim.