Eleştiri
Alcarràs
İlk filmi Estiu 1993 ile hem prömiyerini yaptığı Berlin’de, hem de izleyenlerin kalbinde iz bırakan Carla Simón, yeni filmi Alcarràs’la da aynı başarıyı tekrar ediyor. Bu sefer cebine Altın Ayı’yı da koyan Katalan yönetmen, filme adını vermiş bir Katalonya köyünde amatör oyuncularla “aile” adını verdiğimiz kurumun dillendirilmeyen, ama aşina olduğumuz dinamikleriyle ilgilenmiş yine. Uzun yılladır işledikleri topraklarda şeftali büyüten ve bununla geçinen Soléler, her şey gibi zamana yenik düşmüş geçim kaynaklarının yerini güneş panellerinin aldığı bir geleceğe savruluyor yavaş yavaş. Film, o kaçınılmaz son öncesi üç kardeşin bulunduğu geniş bir ailenin bu durumla nasıl baş ettiğiyle ilgilenmekte. Ataerkinin at koşturmasa da varlığını hissettirdiği, asla kopmayacak sandığımız bağların ezber edilmiş ritüellere el sürülünce zedelendiği ve nesilden nesile aktarılmış kayıpların, yitişlerin, küslüklerin de bir güncesi gibi. Herkesin belli bir yaştan sonra, konudan bağımsız, bilhassa maddiyatın dahil olduğu durumlar neticesinde, ailesi içerisinde şahitlik ettiklerinin saf, evrensel ve gerçeği değil andırmak, direkt gerçek hissiyatı yaratan bir portresi hatta. Kısacası Carla Simón, daha önce etüt ettiği topraklarda bıraktığı yerden, ama farklı yaşanmışlıkların tesirini incelemeye koyuluyor.
Zaman mefhumuyla tatsız bir ikiliye dönüşen kapitalizmin adını bilmediğimiz, diline yabancı olduğumuz, sanki var olamayacak kadar uzak ama bir o kadar da tanıdık bir köye dahi ateş düşürmesiyle açılsa da Simón dünya düzenine bir isyan bayrağı açmaktansa aile denilen yapının ne kadar da kırılgan olduğuyla daha ilgili. Alcarràs’ın içerisinde çokça söylenmemiş söz, bir bakışa sığdırılmış koca bir hayatı özetleyen duygular saklı. Hani kapı arasından daha çocuk yaşta tanıklık ettiğimiz “büyüklerin kavgaları”, sanki zamanda geriye gitmişiz de önümüzde tekrarlanıyormuş gibi perdeye yansıyor. Bu sefer kendini tek bir perspektifle sınırlandırmayan Simón, bütün ailenin bir araya geldiği o evden, şeftali ağaçlarının sıra sıra dizildiği arazilerden uzaklaşmamaya gayret göstermiş. Yaşam alanlarını terk ettiğimiz sayılı anlarda da yeni sulanmış toprak kokusunun ciğerlerimize indiği yeri özleyelim diye uğraşıyor adeta, ki başarıyor da.
Alcarràs’ın asıl cazibeli tarafı, birkaç dekata sığdırılmış kan bağının, seçemediğimiz ve bize atanmış ailelerimizin sırtımıza bindirdiği yükle ne tür engebeli yollardan geçtiğimizi hatırlatmak elbette. Her şeyin pamuk ipliğine bağlı olduğu ama bir taraftan da koşulsuz şartsız bir desteğin varlığıyla, acısı da ortak insanlar topluluğu işte aile dediğimiz. Söküp atması zor değil asla. Buna inanlardanım diyemem. Ancak Carla Simón da tıpkı benim gibi, saygı duyduğu kadar kızgın ve kırgın bu kaderdaşlığa. Alcarràs’ta “söz dinlemeyen” kadınlar, koca koca insanların münakaşalarında hep oradan oraya savrulan çocuklar için direniyor, bir teşekkürü fazla gören, otoritesiyle şefkati arasında denge sağlamak isterken sevgiyi hak edilmesi gereken bir şeymiş gibi kendi egolarıyla inşa ettiği bir tepeye iliştiren ebeveynlere kızıyor. Demlendikçe takdirim artsa da aksamalarını unutturan finale sırtımı dayayıp, biraz yavan kalan politik tarafına gözlerimi kapayabilmiş değilim henüz. Kalbi yerinden sökülen Soléler gibi benim de biraz zamana ihtiyacım var.