Eleştiri
Çilingir Sofrası
41. İstanbul Film Festivali’nin ulusal yarışmasında Antalya’dan yapılan transferlerle (izlediğim gün bağrıma bastığım Zuhal, Tayfun Pirselimoğlu’nun yine ıskalamadığı Kerr ve hivfobik Birlikte Öleceğiz) birlikte gerçekten ülke sinemasına adına umut veren yapımlar izliyoruz. Erkek egemen dilden ve anlatılardan uzak seçkiden izlediğim birkaç yapımı yazacağım elbet ama söze 60 dakikalık, orta metrajdan makas çalan, kuir içerikli Çilingir Sofrası‘yla başlamak istedim. Şu aralar Gain’e Duygu Asena kitabı Aslında Özgürsün’ü dizi formatında uyarlamakla meşgul Ali Kemal Güven’in imzasını taşıyor film. Epizodik yapısıyla kısa format bir seri hissiyatı uyandıran Çilingir Sofrası’nda seneler sonra bir araya gelen iki lise arkadaşını izliyoruz. Yusuf Efe, toksik maskülinite performansının can yakan kollarına kendini teslim etmiş, toplumun ona uygun gördüğü hayatı bütün muhafazakâr yanlarıyla yaşamayı kabul etmiş bir erkek. Emir Can ise düşe kalka geldiği otuzların kıyısında kimliğiyle çoktan barışmış, açıkça ve özgürce yaşayan, bu coğrafyaya hem fazla hem de ona yenik düşmemiş bir lubunya. İki eski dost birlikte deneyimledikleri gençliklerinin, henüz ne hissettikleri ve yaşadıklarını bilmedikleri sayfalarına dokunmamaya gayret göstererek rakı masasına oturup nihayetine ermemiş bir hesabı kapatıyor.
Milenyallere pek tanıdık gelecek bir öykü Çilingir Sofrası. Emir Can da, Yusuf Efe de farklı formlarda, hele ki kendinizi kuir biri olarak tanımlıyorsanız mutlak surette hayatınızdan geçmiş birilerini hatırlatıyor. Dolayısıyla bütün filmi tarif edilemeyecek bir aşinalıkla, belki kendi başıma da gelmiş olabileceğini düşünerek izledim açıkçası ben. Türkiye gibi bir ülkede var olmanın bedellerini fiziksel olarak zarar görmesek bile psikolojik anlamda pek çok engebeye karşı mücadele ederek ödediğimizi hatırladım. Kendimizi değil kabul etmek, keşfetmek, tekil ve düzeltilmeye ihtiyaç duyan biri olmadığımızı kavrayabilmek için yeterli medyumun bulunmadığı bir zaman aralığına hapsolduk çünkü Y jenerasyonu olarak. Bundan ne şikayetçi, ne de zaman mefhumuna isyan hâlindeyiz. Ancak teknoloji çağını gençliğinin baharında yakalamış bir nesil olarak, birkaç seneyle kaçırdığımız yıllarımızın acısı boğazımızda hep bir düğüm sanki. Emir Can’ın “Bizden geçti”lerine eklediği eslerde de hep bu imrentiyi servis ediyor Ali Kemal Güven.
Bütün gerçekliğiyle birlikte elbette bir hesaplaşmanın ve bunu alnı açık, yüzü ak bir kimlik ifadesiyle ortaya koymanın filmi Çilingir Sofrası. Üstelik cis gey bir erkeğin yaşanmışlıklarının üzerinden geçiyor olsa da yanlış yerde doğduğu, yanlış birine kapıldığı için kalbi kırılmışların kimliği fark etmeksizin evrenselleşen, çok yönlü bir tarafı var. Biraz da acaba televizyon için mi tasarlanmış sorusunu sordurtmasından sebep teknik anlamda çok yetkin olduğunu söylemek mümkün değil. Dört parçaya böldüğü öyküsünün ekranı karartmaya meyil ettiği yerlerinde kendi ritmini bozduğuna şüphe yok. Fakat onu o olduğu için seven, Nazan Öncel’in “Bunu Bir Ben Bilirim Bir Allah”ını duydukça geçmişin tozlu raflarını karıştıran, Ecrin Bolkar’ın canlandırdığı “abla”ya gözleri ışıldayarak bakan, Türkiye’ye rağmen kendi olabilmiş herkesin ve bilhassa benim jenerasyonumun filmi Çilingir Sofrası. Layık olmadıkları sevgimizle omuzlarda taşıdığımız bütün eski sevdiceklerimize armağan ederek, bu topraklardan belli ki duyacak nice kuir hikâyemiz olduğununun bilinci ve heyecanıyla koşuyorum ben artık gelecek günlere. Büyüdük, serpildik, kendi ışığımızı bulup parıldadık da şimdi beyaz perdenin karşısında buluşuyoruz hep birlikte. Temsiliyetin önemini bir kez daha kanıtlayan ve toksik masküliniteyi gözlemlerken asla taviz vermeyip güzellemelere girişmeden, kendi klanımız dahilinde bile boy gösteren femfobiklere inat her şeyi olduğu gibi perdeye yansıtan, teslimiyeti kati surette kabul etmeyen Ali Kemal Güven’e de çokça teşekkürler…