Eleştiri
41. İstanbul Film Festivali’nden Artakalanlar #1
41. İstanbul Film Festivali biteli neredeyse iki hafta olacak ama inanın kendi yoğunluğumdan nefes alıp bloga bir şeyler yazacak vakti bir türlü yakalayamadım. Dolayısıyla uzun uzun konuşacaklarım haricinde, festivalde tüketip (çoğunu) unutmak üzere rafa kaldırdığım yapımlardan üç adet yazı çıkarayım istedim. Tembelin Günlüğü formatında lafı fazla uzatmadan sadede getirdiğim bir takım gevelemeler işte. Zaten alışıksınız. Hemen meseleye giriyorum, buyursunlar…
Pablo Taviani, kariyerinin büyük bir kısmında beraber film yaptığı kardeşi Vittorio’nun ölümünden sonra yazıp yönetmiş Leonora Addio‘yu. Hikâye daha evvel de filmografilerinde bir uyarlamasına yer verdikleri Nobel ödüllü İtalyan yazar Luigi Pirandello’nun etrafında dönüyor. İlk kısımda kurgusal bir anlatı içerisinde Pirandello’nun küllerinin ülkenin iki ucu arasındaki, Roma’dan Sicilya’ya uzanan sözde “maceralı” yolculuğunu izliyoruz. İkinci ve son parçada ise yazarın kalemini sorgulatan, Çivi adındaki kısa bir öyküsünü sahneye koyuyor Taviani. Ama ne pahasına? Berlin’de garip bir şekilde FIPRESCI Ödülü’nü alan yapım, hikâye anlatma sanatının temel kurallarını çiğnemeye ant içmiş gibi. Mizansen yaratma hususundaki acemiliği, garip reji tercihleri, kötü oyunculukları, senaryodaki fazlasıyla hissedilen kopukluklar, kötü diyalog yazımı, gerçeküstü bir canlandırma amaçlanırken ortaya çıkan müsamere… Festival boyunca sabrımın bu kadar zorlandığı bir başka yapıma şahitlik etmedim sanırım. Pablo, kardeşi Vittorio’ya adadığı filmiyle çok orijinal bir fikir vücut buluyormuş gibi davransa da sinema tarihinde milyonlarca defa ziyaret edilmiş demode fikirleri ısıtıp önümüze koymaktan başka bir şey yapmıyor. Kendisinden başka herhangi birinde duygusal bir etki yaratacağı da şaibeli.
Her daim oturmamış bir mizahın tüccarlığını yaptığını düşündüğüm Fransız yönetmen Quentin Dupieux, yeni komedisi Incredible but True (orijinal adıyla Incroyable mais vrai) ile de yine aynı yere açmış tezgahını. Rahatlıkla en iyi filmi olduğunu söyleyebileceğimiz Reality’de birlikte çalıştığı oyuncu Alain Chabat’la yeniden bir araya geldiği bu yapım, Alain ile Marie isimlerindeki bir çifti konu alıyor. Ev satın alma çabaları sırasında bodrum katındaki esrarengiz tüneliyle akıllarını çelen bir yere taşınıyorlar ve bu tünel de, bütün garipliğiyle tahmin edebileceğiniz üzere neredeyse tamamen geleneksele göz kırpan hayatlarına yeni bir renk getiriyor. Tünelin her geçişte 12 saat ileriye götüren, ama bir taraftan da gençleştiren yapısı evin kadını Marie’nin aklını çelerken, Alain de iş hayatıyla iyi gitmediğinin farkına varmadığı evliliği arasında bir denge bulmaya çalışıyor. Fazlasıyla sterotiplere oynayan, hatta sınırlarda ofansif, erkek karakterleriyle filmin tutumunu ayrı tutmaya çalışırken herkesi de bir kutunun içerisine yerleştiren, toplum hakkındaki görüşleri son on senedir hiç gün yüzü görmemiş bir kakafoni bana kalırsa. Bunlara gülmeyi bırakacak yaşları geçtiğim için kendimle gurur duymakla birlikte, kaldı mı bu kadar eril komediler diye de düşünmeden edemedim. Erkeklerini küçük düşürürken yalnızca bel altına oynamasında bile aynı bayağılık var çünkü.
Klasik Fransız yeni gerçekçi/sosyal dramalarının son örneği Good Mother, ellili yaşlarındaki bir anneyi anlatıyor. Evi geçindirmek için temizlikçilik yapan Nora, cezaevinde ilk mahkemesine gün sayan torunuyla ilgili de oldukça endişelidir. Dolayısıyla kararlarının doğruluğunu sorgulamadan, sırf onu daha rahat ettirebilmek için her şeyi yapmaya ve içerideki süreci ağrısız sızısız atlatması adına fedakarlıklarda bulunmaya razıdır. Hafsia Herzi’nin Dardenneler kokan filmi de bu gözü kör annelik içgüdülerinden beslenerek hem göçmenlerin beyaz ağırlıklı topraklarda karşılaştığı güçlükleri farklı bir yerden tutarak kültür ayrılıklarının tesiri üzerine konuşuyor, hem de nesilden nesile aktarılan toplumsal hafızanın günlük hayatımızda nelere dokunduğunu incelemeye koyuluyor. Herzi’nin amaçlarının saf, kağıt üzerindeki fikrinin de parlak olduğuna şüphe yok. Fakat Good Mother’ın es vermeme, aklından geçen her şeyi diyalog hâlinde seyircisiyle paylaşmak gibi seyiri yorucu bir deneyime dönüştüren tercihi beni çok uzaklaştırdı öyküden. Zaten bildiğimiz yerlerde konaklayıp, aynı yaraları deşiyor. Dolayısıyla ezber ettiklerimizi bir buçuk saat boyunca lafı dolandıra dolandıra tekrar etmesinin pek bir faydası olduğunu düşünmüyorum. Başrolü Halima Benhamed’e bolca ödül gelmesini isterdim ama…
Festivalin uluslararası yarışma seçkisinde kendine yer bulan Feature Film About Life, kendi yaşadıklarını senaryolaştırıp yöneten Dovile Sarutyte’ın imzasını taşıyor. Babasının ani ölümüyle bir anda dünyası sarsılan Dovile, daha olayı idrak edemeden bir anda kendini cenaze törenini düzenlemek mecburiyetinde kaldığı bir kargaşanın ortasında buluyor. Yas sürecini hem ailesinin, hem de vefat eden babasının beklentilerini karşılamak üzere geçirirken, film de tamamen bu tezat üzerine oynuyor zaten. En sevdiklerimizi kaybetmemizin ardından mecbur kaldığımız ritüellerin absürtlüğü, sırf ölüm sebebiyle bir araya geldiğimiz insanlarla tuhaf etkileşimlerimiz ve bir taraftan da aile denen şeyin aslında ne kadar içi boş bir kavram olmasıyla bütün derdi. Ancak şu yazıdaki neredeyse bütün filmler gibi, fikriyle uygulaması arasındaki fark bütün tesiri köreltmiş. Birkaç ilginç ve hatta komik karakterinin gözüktüğü sahneler haricinde Feature Film About Life, ne hayat ne de ölüm hakkında olabilmeyi başarıyor sanki. Herkesin değil de, yalnızca Dovile’in filmi olduğu çocukluğundan kalma video klipleri de ekleyince onanıyor. Günlüğünden koparılmış ve olgunlaştırılmadığı için bir film olmayı hak etmeyen bir sayfa hatta. Filmin şanının Litvanya topraklarından öteye gidememesi de tam olarak bu yüzden diye düşünmekteyim.