Eleştiri
41. İstanbul Film Festivali’nden Artakalanlar #2
41. İstanbul Film Festivali’nden Artakalanlar üçlemesinin ikinci parçasıyla devam ediyorum bugün. Bayram seyran demeden buralar film yazılarıyla dolacak, 2022 sezonuna yetişilecek, ev sinemasında yeni filmler tüketilecek. Hedefimiz mayıs ayına kadar toparlanmaktır, ileri!
Ulusal yarışmada Filipinler’i temsil eden Leonor Will Never Die ile açalım yazıyı. Leonor altın çağını geride bırakıp dünyevi dertlerle boğuşan, bir çocuk annesi eski bir senaristtir. Geçirdiği kaza (kafasına televizyon düşmesi) sonrası, bir komaya girer ve kendini Filipinler sinemasının önemli bir parçası olan, B tipi aksiyon filmlerinden birinin içinde baş kahraman olarak bulur. Bir türlü tamamlayamadığı senaryosunu bu yaşamla ölüm arasına sıkıştığı tarifsiz yerde tamamlarken, kendi hikâyesinin iplerini de tekrardan eline almış olur. Çok tatlı bir fikri, bu fikri uygularken inanılmaz eğlenen bir kadrosu, çılgınca olmasa da muhtemelen o coğrafyanın film endüstrisini tanıyan insanlara anlamlı gelecek reji tercihleriyle farklı bir yerde duruyor Martika Ramirez Escobar’ın yazıp yönettiği yapım. Yetmiş ve seksenli yıllara yayılmış bir akıma da saygı duruşu niteliğinde filmin bütünü. Üstelik o “bize ait” algısını da tüm bu öyküyü tamamen bir ailenin bağlarını kuvvetlendirmesi, karşılıksız sevgiyle ihya olmak üzerine kuruyor. Ama kurgudaki muzırlıklarının pek yerel kalan referansları keyifle takip etmemize yardımcı olduğunu düşünmüyorum. Belki bütçe engeline takılmadan teknik anlamda daha yetkin bir yere konumlansaydı bu masum girişim, başka cümleler kurabilirdim.
41. İstanbul Film Festivali’nin en büyük şokudur bana Both Sides of the Blade. Claire Denis’nin Berlin’den En İyi Yönetmen ödülüyle döndüğü yapım, bir aşk üçgenini alıyor merkezine. Biri uğruna diğerini terk etmiş bir kadınla, feleğini şaşırtan iki erkeğin hayatlarının sadece görmemize izin verilen kısmını perdeye taşıyan filmde birbirinden kötü yazılmış karakterlere can veriyor Fransız sinemasının meşhur isimleri. Juliette Binoche, Vincent Lindon ve Denis’ye olan aşkımızın perçinlenmesini sağlayan Beau travail’den Grégoire Colin… Daha evvel Let the Sunshine In’de birlikte çalıştığı Christine Angot’u yanına alıp, Angot’un romanlarından birini uyarlamış Denis. Fakat bu eyleminin arkasındaki motivasyonu bulabilene aşk olsun. Filmografisinde hiçbir yere tam olarak oturmayan Both Sides of the Blade, yerel bir televizyon prodüksiyonunu andırmakta hem biçimsel hem de içerik olarak. “Yuva yıkanın yuvası olmaz.” mesajına doğru adım adım yol alırken anlamsız detaylarla oyalamak, bazen de ana karakterlerinin buhranlarını sadede bağlanmayan balkon çıldırmalarıyla geçiştirmek gibi temelsiz, bağlamsız tercihleri mevcut. Ben hâlâ birinin çıkıp bunu Claire Denis çekmedi, Tindersticks bu film için müzik yapmadı demesini bekliyorum. Tek hoşuma giden detayın kovid yokmuş gibi davranılmaması olduğunu belirteyim yine de.
Zevkine çok güvendiğim insanların referansıyla son gün yakaladığım Clara Sola da ne yazık ki hayal kırıklığına uğratanlardan bir diğeri oldu. Ailesinin bir şekilde Tanrı’yla arasında doğaüstü bir bağ olduğuna inandırdığı Clara, şifacı kimliğiyle kırklarına geldiğinde yıllardır gördüğü baskıya artık durduramadığı arzuları sebebiyle karşı gelmeye başlar. Sürekli yeni yasaklar yaratan annesi, varlığını pek de sorgulamadığı “büyük güç” yerine bedenini dinlemeye başlayan Clara böylece ona dayatılanların ötesinde bir hayat olduğunu fark eder ve varlığından daha evvel haberdar olmadığı bir ışık süzmesi belirir… Geçtiğimiz yıl Kosta Rika’nın Oscar aday adayı olarak uluslararası film dalına gönderilen yapımın ezbere feminizm tanımı üzerinden yaratmaya çalıştığı söylemler ve bunu cinsel uyanışla yavaş yavaş açmasına sözüm yok elbette. Ama neden sonuç ilişkisinden bu kadar mahrum, hikâye kurgusu anlamında da böylesine acemi olunca bütün kusurlar da göze batıyor. Daha evvel denenmiş ve farklı formlarda masaya getirilmiş, faşist felsefelerin güçsüz gördükleri üzerindeki dayanılmaz şiddetine dair bayat bir bakış açısıyla yeşilin içinde dolanıyor işte Clara Sola. Benim gibi mistisizmden sıdkı sıyrılanlar için de özel olarak tasarlanmış bir sabır taşı ayrıca.
Film okumakta güçlük çekenlerin baştacı ettiği New Order sonrası, ırkçılığını garip bir gururla taşıyan Michel Franco yine empati kurmayı çok sevdiği beyaz ve ayrıcalıklı insanların arasına karışmış Sundown‘da. Tim Roth için yazıldığı her hâlinden belli filminde, kızkardeşiyle gittiği tatili annelerinin ölümü sebebiyle erkenden yarıda kesecekken yalan söyleyip burada kalan varlıklı bir adamı izliyoruz. Zamanla meselenin aslı ortaya çıkmaya başlarken, Franco pek sevdiği anavatanının uyuşturucu ticaretine teslim olmuş kıyılarındaki cennet manzarasını da kana buluyor. Sınıf çatışmasıyla olan derdi, aile dinamikleri içerisinde vücut bulsun diye büyük uğraş veren Franco, benzer bir girişimde bulunmuş Sundown’da da. Fakat sonuç yine koca bir hüsran. Bayağı bir hayat dersiyle kendi gibi ayrıcalıklı olmayandan başka kimseyi tatmin etmeyen, içi boşaltılmış bir “sevilme” ihtiyacının da romantizmini yapmaya gayret ediyor. Net bir nefret suçu işlediğini söylemek güç olsa da New Order’la aynı fabrikadan çıktığını düşününce Sundown’daki tasvirlere de kulak kesilmemek imkânsız. Kimin eline silahı tutuşturduğu, kimi nasıl ölümlere layık gördüğü hep dikkat çeken ve bir daha Franco filmi izlemek istememenize sebep olacak önemli detaylar.