Eleştiri
Bana Karanlığını Anlat
41. İstanbul Film Festivali ganimetlerini bir türlü tüketemedim gördüğünüz üzere. Yaza kadar devam edeceğim sanırım böyle. Ama rötarlara rağmen izlediği her şey hakkında bir şeyler karalamak Oscar Boy’un göbek adı, operasyon kodu ve hatta mottosudur zaten. Bugün de ulusal yarışmada boy gösteren, Gizem Kızıl’ın ilk uzun metrajlı filmi Bana Karanlığını Anlat ile kaldığım yerden devam ediyorum. Türkiye Sineması’na duyduğum ilgiyi geçtiğimiz yıl Antalya’da tazelememin ardından, minik festival seyrimde kuir ve kadın anlatıcılar haricinde kimsenin ne söylediğini merak etmediğimi fark ettiğim bir zaman aralığına denk düştü neyse ki bu film de. Kızıl, kalp krizi sonrası eşi vefat eden bir kadının gasilhane önünde dahil olduğu çatışmaları hem esprili, hem de hepimizin etrafımızdan az ya da çok tanıdığı birilerinin gerçeğini hatırlatan bir dille anlatıyor. Aslıhan Gürbüz’ün canlandırdığı “istenmeyen gelin” Nermin, eşinin ailesiyle yüzleşirken yaşamasına izin verilmeyen hayalleri için de aralanmış kapıdan tüm bu ölü yıkama merasiminin bitmesi için dakikaları sayıyor, kendisine biçilen hayatla ve çalınan seneleriyle yüzleşiyor. Festivali yalnızca En İyi Özgün Müzik ödülünü alarak tamamlayan yapım, açık havada ama tek mekan disipliniyle, kısa olmasına karşın ana karakterine bir ömür gibi hissettiren süreci takiplemeye koyuluyor.
Bizim gibi dini inanışları öncülleştiren, hayatının mühim bir parçası hâline getiren toplumlara çok tanıdık gelecek bir yeri gözlemliyor Gizem Kızıl kamerasıyla. Gasilhane dediğimiz yer, zaten faşist felsefelerin ürünü inanışlardan birine ait, ölünün toprağa verilmeden önce temizliğinin yapıldığı, bir ritüeli gerçekleştirmek üzere uğranan son duraklardan biri. Burada çalışanı, imamı ve kuruluşun kendi içerisindeki aksaklıklarıyla başka bir pencere daha açmış tabii film. Her türlü imkânsızlık, devlet babacığın vatandaşına sadece yaşarken değil, ölüyken bile saygı göstermediğini hatırlatır nitelikte. Ancak esas dert tabii ki de klasik aile yapısıyla. Ataerkiye bir şekilde boyun eğmiş önceki nesilin karşısında sesi çok çıkmasa da özgürlüğünün tadını ufaktan alınca gözü açılan bir kadını yerleştirerek gözlemler dile dökülüyor, büyükten küçüğe uygulanan kaynaksız baskının yarattığı travmaların ahı çıkarılıyor âdeta. Gizem Kızıl, erkeğin elinin değdiği, varlığıyla dinamiklerini bozduğu her ilişki gibi filmindeki kadınlar arasında da cephe yaratırken bunu durmaksızın hatırlatmış. Oğluna gelinini uygun görmeyen kayınvalidenin, komşudan dönme yeni gelin adayının, sesini pek çıkarmayan eltinin kötü olduğunu söylemiyor. Aksine, kendi burnundaki sümüğe bakmadan konuşan amcayı, bencilliğiyle yeni Türkiye’yi anımsatan imamı, yaptıklarını Nermin’den dinlediğimiz ölmüş kocayı, matem günü malı mülkü düşünen erkek kardeşi gösteriyor parmağıyla ve tarafını her daim belli ediyor.
Gasilhanenin bulunduğu araziden asla uzaklaşmayan yapımın tiyatro oyunlarını hatırlatan bir tarafı var elbet. Varış noktasına uzaklığı saatinize bakmadan bile hissedebildiğiniz çok net bir ritimle ilerliyor çünkü film. Bunun yetkin bir sinema dili oluşturmaya katkısı bulunsa da biraz gerçeğe dayalı sözlerinin tesirini körelttiğine şüphe yok. Örneğin Nermin dev bir patlamayla herkesin yakasına yapışmasa da kocasının ölüsüne pek de onunmuş gibi durmayan eğreti bir tavırla kusuyor öfkesini. Hatta kağıda not aldıklarını yüksek sesle okurmuş gibi hissettiriyor biraz da. Bunları yan karakterlerin sahiciliğiyle, teker teker açık edilen motivasyonlarıyla dengelemeye çalışırken de biraz sendeliyor Bana Karanlığını Anlat. İçeriden bir gözle tanıdığımız coğrafya hakkında aktardıkları ve seyirci arasına mesafe giriyor. Ama buna karşın filmin tıkır tıkır işlediğini inkâr edemeyeceğimize inanıyorum. Gizem Kızıl’ın dünyayla ve bilhassa Türkiye’yle olan derdini doğru kelimelerle ifade ettiği neredeyse kesin gibi. Umut vaat eden bu başlangıcın ertesinde yapacağı ilk işi merakla bekliyor olacağım.