Eleştiri
Hit the Road
Geçtiğimiz yıl Cannes’ın Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünde ilk gösterimini yapan, BFI Londra Film Festivali’nden de Seyirci Ödülü’nü alarak dönen Hit the Road, sevmelere doyamadığımız sinemacı Jafar Panahi’nin oğlu Panah Panahi’nin yönettiği ilk uzun metrajlı yapım olma özelliğini taşıyor. Gittiği her yerde övgüler toplayan filmin, önümüzdeki sene İran’ın Oscar’daki aday adayı olma ihtimaline gebe seyir rotası 41. İstanbul Film Festivali’nden de geçti ve, benim kendi çevremden gördüğüm kadarıyla, festivalin en çok sevilen filmlerden biri oldu. Son durağını net bir şekilde açık etmeden ama bir taraftan da seyircisine tahmin etme hakkı tanıyarak gerçekleşen bir yolculuğu koyuyor merkezine Hit the Road. Şoför koltuğunda evin ağzını bıçak açmayan büyük oğlu, yanında seksenlerin dillere pelesenk olmuş harika İran melodilerine eşlik eden annesi, arkada bacağı sözde “kırık” baba ve ele avuca sığmayan bir tekne kazıntısı. Sağduyunun, tarifi imkânsız duygu sellerinin, er ya da geç geleceğini bildiğimiz ayrılığın hüznünün buluştuğu bir arabada kaderimizi çizen coğrafyalara bir ağıt yakıyor aslında bu çekirdek aile. Ancak Panah Panahi mizahı, hikâye anlatım araçlarını kullanış biçimi, kamerasının sır dolu çehrelerde yaptığı mesaiyle yutkunmamızı zorlaştıran gerçeğini son çeyreğe kadar saklamayı tercih ediyor.
Göçmen meselesinin sadece Türkiye özelinde değil, Avrupa’nın bütün büyük ekonomilerinde konuşulduğu şu günlerde izlemek çok anlamlı Hit the Road’u. İçine doğduğu koşulları, yaşadığı ülkede olup bitenleri seçemeyenlerin ölmemeyi tercih ettikleri için hor görüldüğü, göç politikalarını konuşmak yerine hâlihazırdaki faşist düşüncelere dayanak yaratıldığı bir zaman aralığındayız çünkü. Kafanızı nereye çevirirseniz çevirin, ayrımcı hayat felsefesini uygulayabileceği daha zayıf, daha ayrıcalıksız olanı aramaktaki birine rastlıyorsunuz. Kafamız tüm bunlarla doluyken Hit the Road çok da uzak olmayan bir yerden, hatta Türkiye’nin kapısını aralamaya da meylederek, sınırın diğer tarafından sesleniyor işte. Kimi zaman savaşın, yokluğun, imkânsızlıkların sebep olduğu, ancak bu defa politik nedenlere bağlı bir yolculukta hislerini hep en derinlere gömmeyi bilmiş kültürlerin izlerini hissediyoruz. Konuşulması gerekenler asla konuşulmuyor. Ne ağızdan sevgi sözcükleri dökülüyor ne de kandaşa duyulan karşılıksız sevgi eyleme dönüşüyor. Buna rağmen sessiz bir film de değil asla. O boşluklar hep beraber büyümüş bir ailenin biriktirdiği hatıralardan şarkılarla, arabada onlarla birlikte seyahat eden köpeğe duyulan endişeyle ve gerçeğin oyunla bölündüğü anlarla doldurulmuş.
Panah Panahi’nin Hit the Road’u Tahran’dan çıktığı yolu Türkiye’de bitirirken bu kalp kıran ayrılığın ağırlığını seyircinin omuzlarına yüklemiş. Filmin bütün büyüsü de burada. Müzikten fazlaca güç alan anlatısında film zevkini şekillendiren, dünyaya baktığı yeri değiştiren sinemacıları anmaya da özen göstermiş. Genç Panahi bir ilk filmin bütün özelliklerini taşıyan uzun metrajlısında her çiçekten bal almasına karşın kendi dilini de yaratabiliyor yalnız. Türler arasında gezinip dururken, bazen gerçeği unutup ayaklarını yerden keserken bile istikrarlı. Gözleri yaşlandıran anların ağırlıkta gelebileceği bir manzarada da her daim kendi kurallarına göre oynayabilmeyi, içeride kalıp dışarıdan bir gözmüş gibi davranabilmeyi başarıyor. Hem soyut olana yüzünü dönüyor, hem de insanın içini acıyla dolduran bir hakikati orta yere taş gibi bırakıyor. Peki nedir o dillendirilmeyen gerçek? Kadersizliğimiz, çıkışsızlığımız, kalbimizi karartan, yüzümüzü düşüren, biz istesek de bizi istemeyen yurtlarımız. Doğduğu günden beri düşlerini bulunduğu coğrafyaya göre şekillendirmek zorunda kalmış herkesin, yolun sonunu asla göremeyenlerin filmi yani Hit the Road.