Biraz Alakasız Ama
Biraz Alakasız Ama: Lightyear & Doctor Strange 2
Alakasızlığın kısa film yorumlarıyla buluştuğu Biraz Alakasız Ama köşesinde bugün bir şekilde akrabalık kurabilecek iki filmi ağırlıyor olacağım. Sağılmaya devam edilen Toy Story evreninin yeni halkası Lightyear ve Doctor Strange 2 olmasına rağmen adı Doctor Strange in the Multiverse of Madness olarak uzatılan görsel efekt emprovizasyonu.
Toy Story 3 ile pek de güzel kapanan Woody ve Buzz devrinin, Oscar’la da neden buluştuğu bilinmez Toy Story 4 ile pekiştirildiği yetmezmiş gibi, projenin arkasındaki isimler bir de oyuncakların sahibi Andy’nin Buzz Lightyear oyuncağı almasına sebep olmuş Lightyear filmini animasyon hâlinde koydular önümüze bu sezon. Lightyear, bütünüyle bilimkurgu külliyatından besleniyor. 2001: A Space Oddysey, Star Wars ve Star Trek serileri, yakın tarihten Interstellar derken esasında çocukların hayal dünyalarını jenerasyon fark etmeksizin etkilemiş filmlerden bir koleksiyonla hatıra defterinin sayfalarını karıştırıyor da denebilir. Ancak bunun albenisi haricinde Lightyear’ın orijinal bir fikir muhteva ettiğini söylemek güç. Pixar – Disney ortaklığının tanıdık gelen storyboard şablonlarından, ırk ve nesil olarak karakter yelpazesinde çeşitlilik gösterme gayretinde, meseleyi her daim büyük bir maceranın bütün aksiliklere rağmen dostlukla, sevgiyle ve bittabi aile olmaya dair alt mesajla pazarlandığı bir başka proje. Üretimin her daim yeni orijinal fikirlerle sürekli tutulduğu bu fabrikada artık uygulama anlamında yaşanan kıtlık dikkat çekici. Görsel anlamda farklı metotlar denenerek stüdyo içerisindeki bütünlükle oynasalar da bu tematik ortaklık, giderek eski dünyaya ait bir öğreti olmaya aday tembihleri asla sona ermiyor. Ekran süresi kısıtlı yan karakterler seyirci üzerinde merak uyandırırken, iki ana karakterine has bitmek bilmeyen iyi ve doğru olanı yapma ısrarının yaş ortalaması küçük kitlede karşılık bulacağına ise bir şüphem yok.
Marvel dünyasıyla ilgili şikayette bulunmaktan yılmış bir izleyici olarak, ihtiyaç duyduğumu hiç bilmediğim tema parkı ziyaretlerimi sinema salonunda gerçekleştirip önüme bakmaya gayret ediyorum artık. Guardians of the Galaxy, Avengers: Endgame, Thor: Ragnarok ve Black Panther gibi MCU koleksiyonunun daha yetkin parçalarından biri olarak gördüğüm ilk Doctor Strange filminin ardından, Disney+ bünyesinde izleyiciyle buluşan WandaVision’ın da devamı niteliğindeki Doctor Strange in the Multiverse of Madness‘ı merakla beklediklerim listesinde ağırlamaktaydım bir süredir. Evil Dead ve Spider-Man gibi iki ayrı seriye imzasını atıp, elinin değdiği her janrda yeniliğe kucak açan yönetmen Sam Raimi oturduğu için yönetmen koltuğunda, alışılagelmiş Marvel yapımlarından birini izlemeyeceğimizin bilinciyle bekledim üstelik. Ancak feri gitmiş macerası, yeni ve çocuk ana kahramanını seyircinin yeteri kadar umursamasını sağlayamaması ve hem Doctor Strange, hem de Wanda’nın önceki MCU çıkartmalarından tanıdık gelen izleğiyle hayal kırıklıklarına gark olduk. Sam Raimi’nin hakikatli bir korku filmi yönetircesine, büyük bir stüdyoyla çalıştığı bilincinde sıyrılıp ürettiği birkaç etli mizansen haricinde yeni Doctor Strange en az Spider-Man’le kurduğu kader ortaklığındaki kadar işlevsiz, kendi filminde bir figüran ve üstelik zihnini açıp yeni dehlizlere daldığı orijininden de bir hayli uzak. Yine yönetmenin vizyonuyla stüdyonun motivasyonları çarpışmış ve ortaya bir başka MCU kokteyli çıkmış gibi duruyor. İki saat boyunca gerçeklikten uzaklaştırsa da gittiği yerde seyircisinin isteklerine aldırış etmediği aşikar.