Eleştiri
Mrs. Harris Goes to Paris
Mrs. Harris Goes to Paris, 1958 tarihli Paul Gallico romanının beyazperdedeki dördüncü uyarlaması olma özelliğini taşıyor. Aynı yıl televizyona Gracie Fields’lı bir komedi dizisi olarak, 1982’de Almanya’da Inge Meysel’li bir televizyon filmi formunda, 1992’de de Angela Lansbury, Diana Rigg ve Omar Sharif’i buluşturan müthiş bir kadroyla uyarlanmış. Ayrıca bir dönem bu kurgusal karakterin maceraları Flowers for Mrs Harris adıyla Birleşik Krallık tiyatrolarında da yer bulmuş kendine. Çok da iyi eskimeyen bu materyalin defalarca adapte edilmesinin bir sebebi var elbette, o da seyirci sevgilisi bir içerik barındırması. Lesley Manville ile Isabelle Huppert’i buluşturan en yeni versiyonu da öyküyü bugünden bakıldığında demode bulmamamız için gerekli rötuşları yaparak sahneye koymaya çalışıyor. Eşini savaşa gönderdikten sonra haber alamayan ve gündelikçi olarak çalışan Bayan Harris, bir müşterisinin evinde gördüğü Dior elbiseye kalbini kaptırmasının ardından varını yoğunu yol masraflarına yatırıp soluğu Paris’te alıyor ve kendi de bir Dior elbiseye sahip olmak için moda evinin kapısını çalıyor. Ancak henüz halka açılmamış markanın kraldan çok kralcı yöneticisinden, önceden hesap edemediği sayısız aksiliğe kadar her şey Bayan Harris’in başı sonu belli kısacık ziyaretinin planladığından uzun sürmesine yol açıyor.
Kendini iyi hisset formülünün en çok işlediği hikâyelerden biri Mrs. Harris Goes to Paris. Hayat yüzüne gülmese de, her sabah katran karası bir dünyaya gözlerini açıyor olsa da merhametinden ve iyiliğinden hiçbir şey kaybetmeyen bir kadın bu. Biraz karikatürlerden fırlamış gibi. Ancak aşkı kendine layık görmeyen, belli bir yaşı geçti diye cinsel kimliği elinden alınmış birisi değil. Yine de öykünün annesi, çekip çevireni. Dostlarının hayatlarına da karışıyor, Dior moda evini iflasın eşiğinden döndürüyor, yeni tanıştığı gençlere çöpçatanlık yapıyor. Peki ne için? Eşinin savaşa gitmesininin ardından hayatındaki boşluğu doldurmak, biraz da günü tamamlamak için. Nihayetinde bu insan üstü fedakarlığı ve sevecenliği bedeninde barındıran kadının tek bir yaradılış amacı var tabii ki: Okuyucuya/izleyiciye dünyadan uzak saatler geçirmeleri için bir Külkedisi masalı yaratmak, kurgusal gerçekliğinde Dior gibi bir markayı bu kadının kurtardığına inanmamızı sağlayarak keyif aldırmak.
Eleştirel yaklaşmanın pek mümkün olmadığı, ticari kaygıdan ziyade memnuniyet ekonomisine göre işleyen bir yapım bu. Mike Leigh filmi Another Year’da böyle bir kadını canlandırmak için biçilmiş kaftan olduğunu kanıtlayan Lesley Manville de ucu bucağı olmayan yeteneğiyle Bayan Harris’in tatlı hikâyesini sırtında taşıyor. Sahnenin merkezinde her daim o var. Yüzünden okuduğumuz her duyguyu birlikte yaşamamız için buyurup, sahtelik kokan bütün ayrıntılara konsantre olmamızı engelliyor hatta. Romantizmi, hırsları, ikili ilişkileri pek eğreti bir anlatının bilinciyle sırtını Lesley Manville’in lokomotif performansına dayayarak, Londra ve Paris görünümü verilmiş Budapeşte sokaklarında oyalıyor izleyicisini Mrs. Harris Goes to Paris. Doksanlardan kalma romantik komediler, ailecek izlenen o büyük stüdyo filmleri kıvamında bir insaniyetin geçidi işte. Mesele dış dünyadan koparken, tiyatro sahnesine daha çok yaraşacak bu plastikliği ne kadar içselleştirebildiğinizde.