Eleştiri
Blonde
Erkek yönetmenlerin popüler kültüre (ve dolaylı yoldan queer kültüre) mal olmuş ünlü kadınları birer akıl hastasıymış gibi resmettiği filmlere bir yenisi eklendi: Blonde. Michelle Williams’ın Oscar adaylığı aldığı 2011 tarihli My Week with Marilyn’den sonra efsanevi aktris Marilyn hakkında çekilmiş ana akımdaki ilk kurgusal biyografi olma özelliğini taşıyan yapım, Andrew Dominik’in rafında uzunca bir süredir gün ışığına çıkmayı bekleyen bir projeydi zaten. Naomi Watts’tan Jessica Chastaine’e, pek çok oyuncunun adı anılsa da nihayetinde rol, Knives Out ile iyi bir çıkış yakalayan Ana de Armas’a gitti ve Netflix kitaplığında seyirciyle buluşmadan evvel Blonde, 79. Venedik Uluslararası Film Festivali’nde prömiyerini yaptı. Tartışmalı kitaplarıyla tanınan Joyce Carol Oates’un işin içerisine kurgunun karıştığını saklamayan romanından uyarlanan yapım, bugüne kadar seyrettiğimiz en kapsamlı Marilyn Monroe biyografisi. Çocukluğundan vefatına kadar geniş bir zaman aralığında medyanın onu konumlandırdığı yerin üzerindeki olumsuz etkilerini, hayatına giren erkeklerle olan gerçek dışı yaşanmışlıkları, endüstride ayakta durabilmek ve bir marka olabilmek adına verdiği mücadeleyi izliyoruz. Ancak Dominik’in filmi duracağı yeri seçemiyor ne yazık ki. Marilyn’i en savunmasız hâllerinde yakalayıp basmakalıp fantezilere hizmet eden o tatsız arzu nesnesine dönüştürüyor ve bire bin katıp adını lekelemekten de kati surette geri kalmıyor.
Ahlaksızlığın perdedeki en büyük yansımalarından biri denebilir sanıyorum ki Blonde’a. sinemanın değişmesi ve dünya üzerindeki ileri demokrasilerde baskın hâle gelen politik iklimin müdanasızlığıyla birlikte, yakın tarihte mizojini bayrağını böylesine gururla taşıyan bir yapım izlememiş olmamızın şokunu yaşıyoruz diye dile getirmek daha doğru. Dominik, filmin tanıtım turlarında da geri adım atmayan tavrıyla, Marilyn Monroe’yu aciz, acıyla törpülenmiş etten bir cisim olarak resmetmekten ne kadar keyif aldığını hissettiriyor aslında. NC-17 (Bizde +18’e denk düşen yaş sınırı) reytingli bir film yapmış olmasını bile “Kim NC-17 bir Marilyn Monroe filmi izlemek istemez ki?” diye göğüsleyecek kadar da pişkin hatta. Bu tavrı da filmin bütününde hissedilmekte. Gerçeklere tamamen sadık bir belgesel olması ön koşul olmasa da Dominik’in “gözden düşmüş” bir starı yerlerde sürüme motivasyonu hep ana merkezde. Biyografi janrının gelenekselleşmiş kurallarını, kurgusu ve titiz görsel çalışmasıyla yıkmasına karşın, esas niyetini kati surette saklayamıyor.
Mevzubahis Marilyn olunca estetik kaygıların gündem teşkil etmesi şaşılacak şey değil tabii. Ölümünün üzerinden 60 yıl geçmiş bir star olmasına karşın Marilyn bugün bile görsel sanatın çeşitli dallarında ilham kaynağı olmaya devam ediyor. Ancak Andrew Dominik ezber ettiğimiz Marilyn imajının değil, acı çekerken haykıran, çevresindeki bütün erkeklere “daddy” diyen, rimeli gözyaşıyla hep yanağına ilişmiş müşkül bir kadını en göze hitap eden biçimde kameraya alma derdinde. Medyanın ona yakıştırdığı kimliği adeta karakterin sırtına yük gibi bindirip başka bir perspektiften görmemize engel olmaya ant içmiş bir kana susamışlıkla koşuyor sanki ardından. Hikâyesinin merkezindeki kişiden böylesine nefret eden bir anlatıcının haricinde yaptığı “sinema” da ehemmiyetini kaybediyor böylece. Marilyn’i duvardan duvara vururken, sanatını en yüksek normda icra etsen ne fayda…