Eleştiri
The Blue Caftan
Üzerinde yaşadığı coğrafyada dünyası dar edilmiş kalabalıkların üretimde gerçeği batının duymak istediği formlara büründürmesi alışık olmadığımız bir tablo denilemez. Bunun en büyük örneği de bizden çıktı biliyorsunuz ki. Deniz Gamze Ergüven’in Mustang’i hayali bir Türkiye’yi tam da okyanus aşırı ülkelere uygun bir biçimde “masal” olacağım diye “hafifleterek” anlatmış ve hem övgülerin odağı olmuş, hem de tepkilere maruz kalmıştı. Prömiyerini yaptığı 75. Cannes Film Festivali’nde, Belirli Bir Bakış bölümünden garip bir şekilde FIPRESCI Ödülü alarak dönen ve önümüzdeki Akademi Ödülleri’nin uluslararası film kategorisinde Fas’ı temsilen yarışacak The Blue Caftan da benzer sorunlardan muzdarip. Olanı hafifleterek birilerinin görmek istediği gibi anlatan, demode, arabesk ve birkaç dekat öncesine ait bir görünürlüğü camekana koyan queer bir yapım. Bir önceki filmi Adam’la tanınan Maryam Touzani, kaş yaparken göz çıkarmasa da acemi denilebilecek bir sinema diliyle girdiği sularda boğuluyor da denebilir.
Basit bir özet geçmek gerekirse… Küçük dükkanlarında terzilik yapan ince ruhlu eşi Halim’in yeteneklerini allayıp pullayarak ona destek çıkan Mina, aslında kocasının eşcinselliğini kabul etmiş ve kaderine göz yummuş bir kadın. Halim, hamam sefaları sırasında rastgele buluşmalarla nefsini köreltirken Mina da alnının yazısına bir an olsun itiraz etmiyor. El emeği göz nuru kaftanların dikildiği dükkanlarına çırak olarak Youssef’ın girmesinin ardından hayatlarında zincirleme gelişmeler vuku buluyor. Kimisi bizzat Youssef’ın ellerinden çıkma, kimisi de Mina’nın hastalığından sebep… Nihayetinde açık iletişimi hiçbir zaman hayatlarında bir öncelik hâline getirmemiş, konuşmadan anlaşan, âşık olan, kızan, küsen bu üçlüyü sağır edici bir sessizlik içerisinde tam da beklediğimiz finale doğru yelken alırken izliyoruz.
Kurduğu mizansenlerden türlü reji seçimlerine kadar, mukayese kabul etmeyecek bir sıradanlığın eseri olduğundan The Blue Caftan’ı queer şemsiye altına alarak affetmekte güçlük çekiyorum açıkçası. Toplum baskısıyla evlendirilmiş, heteronormatif ilişkilerle hayatı zindan edilmiş lubunyalar da vardır elbette. Hele ki toksik erkek algısının yıkıma uğrattığı bir kültürün içerisinde geçtiği için neredeyse elzem bir örnek. Ama dış dünyayla da pek ilgili değil bu film. Halim’i buna mecbur kılan koşullardan bahsetmiyor, bir isyan bayrağı açmıyor. Otoriteyle tatsız bir ilişki kurmuş, her şeye boğun eğmiş hem karakterleri, hem de yönetmeni. Nahifliğe meşruluk kazandırıp sadece bu sindirilmişlikle döndürüyor dişlileri.
Hadi diyelim lubunyalığın şanından gelen direnme eyleminin esamesi okunmasın, varsın bu karakterlerin hamuru başka malzemelerle karılmış olsun. Peki geleneğin taşa döndüğü bir dünyada orayı burayı kazıyarak kendine yer bulma zahmetine katlanmasını ne yapacağız o zaman? Halim’e yeni bir yer açmıyor ki The Blue Caftan. Bu düzende olduğu kadarını yaşa diye emir veriyor. Anlıyorum, benim ve benden önce gelen jenerasyonların anlatmak istediği hikâyeler henüz bitmedi. Bunlar da yaşanmamış, zembille gökten inmiş eşcinsellerin değil, bizzat eşimizden dostumuzdan duyduğumuz, evlenmeye mecbur bırakılmış, adı sanı olan birilerinin öyküsü. Fakat The Blue Caftan gözlemlemiyor üzülüyor. Dünyayı değiştirmek istemiyor, dizlerini dövüyor. Kucak da açmıyor ve sadece sıradan olmayanı sıradanlaştırıyor.