Eleştiri
Cici
Pandemi koşullarının en zorladığı dönemde Bir Başkadır’la Netflix’i fetheden Berkun Oya, iki yılın ardından uzun metrajlı bir yapımla döndü streaming platformuna. İki projenin arasına Taylanlar’ın yönettiği Azizler’in senaryosunu da sığdıran Oya’nın, alıştığımız mesafeli ama bir o kadar da insani tavrının keskin bir şekilde hissedildiği, 150 dakikayı bulan bir aile içi hesaplaşma hikâyesi muhteva etmekte Cici. Seksenli yılların ortasında geçiyor yapım. Eskiden Almanya’da işçi olarak çalışmış bir adamın memlekete dönmesinin ardından eşi ve üç çocuğuyla bir köy evinde yaşarken yanlarına hatır için bir çobanı da almalarıyla açılıyor önce. Ardından evin kızı ve çoban arasındaki aşk farklı gerilimler doğururken, babanın vitrin dolabına sakladığı kamerası da çoğu hadisenin şahidi oluyor ve hatta öyle ki ortanca oğlanın yönetmen olma sevdası da burada filizleniyor. Derken seneler sonrasında aynı ailenin, hayatlarını konu alan bir film çekimi için çocukluk evlerine geri dönmesini izlemeye koyuluyoruz. Kaçınılmaz bir şekilde eski defterler tekrardan açılıyor ve herkes kendi hatırladığı çocukluğun izini sürerken Berkun Oya da travmalardan çelenk yaptığımız zihnimizin içerisinde oyalanıp, belleğin seçiciliğini ve duygusal bağlamını bütün karakterleri üzerinden ayrı ayrı incelemeye başlıyor.
Cici’yle ilgili söylenmesi gereken ilk şey, Berkun Oya’nın bugüne kadar yaptığı en “kişisel” filmmiş gibi hissettirdiği. Meselesini tamamen Türkiye’deki kültür mozaiğinin kısa ve uzun vadede yarattığı tahribat oluşturmuyor bu defa. Odak epey küçülmüş. Seksenlerin sessizliği şart koşan ağır atmosferinde büyümüş, dertlerini içine atmak zorunda kalmış bir nesilin bireylerini mühim bir aile travmasının etrafına yerleştirerek gözlemliyor. Havva (Nur Sürer) aynadaki yansımasını tanımıyor. Kadir (Okan Yalabık) bildiklerinin ağırlığı altında eziliyor. Saliha (Ayça Bingöl) hayal ettiklerini yaşayamadığı için hep suskun. Yusuf’sa (Fatih Artman) dönemin ailelerindeki bütün minikler gibi hem o hâneye mensup, hem de yapayalnız. Bambaşka kırgınlıklarla kavrulmuş, dört duvarın içerisinde ortak bir hayat sürüp bambaşka düşler kurmuş insanlar. Sözde kan bağları var ama o bağ da hırpalanmış epey, birbirlerine yabancılaşmışlar konuşmaya konuşmaya. Dolayısıyla hatıralar da farklı formlarda arşivlenmiş hepsinde. Herkes eline sazı aldığında aynı güfteye başka bir beste tutturuyor adeta.
Dağınık parçaları birleştirirken hep doğru eşleşmeleri yapan, orkestrasyon ustası Berkun Oya’nın sihri her yerde hissediliyor tabii ki. Pandeminin son durakta dahil olduğu üç farklı zaman diliminde de anılara ve objelere tutunmaya özen göstermiş. Şöminenin, Bergen’in, TRT’nin, ahşap evden çıkan gıcırtının da karaktere dönüştüğü ve devleştiği bir akış var. Bununla birlikte duygu sineması üretmiyormuş gibi konumlandırsa da kendini, anlattığı karakterleri anlayabilmek konusunda kalemi yine ustalık mertebesinde. Bu hâkimiyet, oyuncu rejisine de yansımış. Yer aldığı her işi yukarıya taşıyan Nur Sürer, kariyerinin en iyi performanslarından birini ortaya koyuyor. Gözünden asla yaş eksilmeyen birini canlandırırken öfkesini de, kırgınlığını da, bıkkınlığını da her hareketinde hissettiren Okan Yalabık ve final bloğunda kalbimizi binbir parçaya bölen Olgun Şimşek için de aynıları söylenebilir keza. Ve kimin doğrusu en doğru diye sorgulamaya girildiği her anda Cici’nin rahatlamasına yardımcı olmuş, filmin mizahi ağırlığını yüklenen Şevval Balkan’ı anmadan da olmaz. Müthiş bir keşif bana kalırsa.
Elbette işlemeyen tarafları da var filmin. Kardeşlerin bugünü ve çocuklukları arasında bir uyuşmazlık hissediliyor her şeyden önce. Bu his en çok Ayça Bingöl’ün hikâyesinde hâkim. Olgun Şimşek’le yaptıkları “sigara” sohbeti filmin en vurucu anlarından biri olsa da, o yaşanmamışlığın burukluğu sadece bahislerde kalmış. Büyüyüp de bambaşka bir hayat yaşamış Saliha’ya ait bir anı değilmiş gibi sanki. Başka bir travmanın doğuşuna tanıklık ettiğimiz finaline ne kadar ihtiyaç duyuyordu Cici ya da film bir şekilde bağlanmak istiyorduysa da bu şekilde mi sahneye konulmalıydı ondan emin olamıyorum. Bir taraftan da Berkun Oya bunu mu amaçlıyor diye düşünmeden edemedim. Herkes hatırladığı kadarının acısını çeker, insan hatıraları kadar vardır aslında diye belirtiyor çünkü durmaksızın. Bu ısrarı, bahsi geçen jenerasyonun ebeveynlerim olmasından da sebep, bir seyirci olarak bana tesir etti üstelik. Son yıllarında ayrı kaldığımız için Nur Sürer’i gördükçe gözlerimi doldurup hatırıma düşen, sekiz ay önce kaybettiğim anneannemin beş avladından da beş farklı masal dinleyerek büyüdüm ne de olsa…