Dizi Eleştirisi
The Crown (5. Sezon)
Peter Morgan’ın 2003 yılında televizyon için yaptığı Henry VIII isimli filmle başlayıp, 2006’da Helen Mirren’a Oscar getiren The Queen ile iyice şaha kalkmış kraliyet sevdasının son formu biliyorsunuz ki The Crown. Netflix’in global pazardaki yerini sağlamlaştırırken, ilk jenerasyon yapımları Orange Is the New Black ve House of Cards’tan sonra en büyük rolü oynadı bu Brit draması. Denizleri aşan kültürel bir fenomene dönüşmesi de zaman almadı. Matt Smith’i Doctor Who’ya elini sürmemişlerle tanıştırdı, Claire Foy’u dünya sahnesine taşıdı, Olivia Colman’ın yıldızını parlattı, Josh O’Connor için de er geç varacağı “internetin sevgilisi” pozisyonuna giden yolu kısalttı. Ancak bunların da ötesinde kraliyet ailesinin neyi temsil ettiğini konuşur olduk The Crown’la. Peter Morgan monarşi seviciliğini pek saklayamasa da en azından ilk sezonlarda suçlu aramakta, birilerini parmakla gösterip kişileri değil enstitüyü ve bunu besleyen kafa yapısının köklerini suçlamamız için elinden geleni yaptı. Britanya siyaseti üzerinden Avrupa’nın yakın tarihini de ziyaret etmiş, yıkansa da çıkmayacak lekeleri bir kez daha hatırlamış olduk. Kastı yenilenen ve üçüncü parçasına geçiş yapan The Crown’ın tektonik değişimi ise en çok bu sezonla hissedildi sanıyorum ki. Bunda Lady Diana’nın etkisi büyük tabii ki. Takkeyi düşüren, hem varlığı hem de yokluğuyla yıkıcı etkileri hissedilen bir figürdü çünkü Diana ve The Crown tam da toplumun sevgilisine dönüştüğü, Birleşik Krallık’ın imajının dünya basınında tersin döndüğü zaman aralığını ele alıyor şu an. Fakat Peter Morgan, tarih kitaplarından okumak yerine en ön sıradan izlediği ve The Queen de karanlığını tattırdığı olaylara karşı daha ılıman, daha affedici sanki artık. Materyali diyebileceğimiz bu beyaz, zengin, ayrıcalıklı, ataerkil kandaşlarla fazlaca vakit geçirmenin bedeli de olabilir pekâlâ.
Kristen Stewart ve Emma Corrin’in ayrı ayrı acı çektiren yorumlarından sonra Elizabeth Debicki’yle Diana’ya dair hatıralarımızı tazeleyen bu yeni sezonda 1991 ile 1997 tarihleri arasına odaklanıyoruz. Charles’ın tahtı her şeyden çok istediği, Camilla’yla ilişkisinin meşrulaştığı, kenardan bir adet Prens William’ın belirdiği, yeğeniyle aynı talihi yaşayan Prenses Margaret’in köşe koltukluğuna devam ettiği, Philip’in adını koymaya çekindiğimiz “maceraları”na yenilerini eklediği bir dönem anlatılıyor. Ne gariptir ki tacı kafasında taşıyan Kraliçe’nin esamesi okunmuyor beşinci sezonda. Bu elbette doksanların eksiksiz bir tezahürü. Kamuoyu da Kraliçe II. Elizabeth’e, Diana’yı mazeret olarak gösterip adeta yok gibi davranıyordu doksanlarda. Uzun yıllar süren savaşlar, gerilimler, faşist ve yanlış kararlara kucak açmış iktidarlar derken daha ılıman politikaların yüz bulduğu, saman altından su yürütüldüğü bir dönemde monarşi de yok edilmek değil, değiştirilmek isteniyordu. Buna rağmen dizinin de tamamen bu yöne kayması ve Elizabeth’in kendi saltanatı sırasında figürana dönüştüğünü izletmesini bekliyorduk diyemeyeceğim. Yalnız bariz bir şekilde yapılan tercihin, The Crown’ın diline radikal bir şekilde etkidiği ve yeni bir dizi izliyormuş gibi hissettirdiği şüphesiz. Tüm bunların kadronun transferlere şahitlik ettiği bir yılda gerçekleşmesi, sadık seyircisini de zorlayacak bir tercih bana kalırsa.
Dördüncü sezonun ardından da bahsini ettiğim, Lady Diana’yı yakından tanımanın getirdiği (Vefat ettiğinde annem evde bir matem yemeği verip, saatlerce BBC karşısında ağlanmıştı.) ve Türkiye’de yaşıyor olmama karşın doksanlarda etkisi altında kalmış olmamın getirdiği hevesin bir karşılığını bulabilmek çok özel hiç şüphesiz. The Crown, neden öldüğüne bir türlü tam cevabı veremediğimiz, iyilik dolu ama kırgın kalbiyle milyonlara dokunmuş bir ikonu merkezine oturtuyor. Ancak Diana’nın gözüne kestirdiği erkeği tavladığı, yaş ya da özgeçmiş fark etmeksizin flörtözlüğüyle iş bitirdiğine dair ima yaparken Charles’a yeteri kadar acımasız davranmıyor, Camilla’ya acımamızı buyuruyor ve eşit taraflar yaratma uğraşına girişiyor The Crown. Beni ve seyircisinin büyük bir kısmını kaybettiği kısım da bu ikiyüzlülük bana kalırsa. Bir belgesel kıvamında dökümanlara dayalı bir tarih dersi alma arzusunda değiliz hiçbirimiz. Ama bir süredir Britanya basınında yer alan “Dizinin başlangıcında gerçek olaylardan ayrıştığına dair bir uyarıda bulunma” tartışmasını bu sezon itibarıyla anlamlandırmak kolaylaştı. The Crown, yok olmaya yüz tutmuş bir ailenin kirli çamaşırlarla dolu doksanlar rafını köşe bucak temizlemek istiyor çünkü. Gemiciğini halka yeniletirken nasıl da sağırlaştıklarını, tarihleri tekerrür ederken hep aynı hataları yapmalarını da romantikleştirerek üstelik.
Peter Morgan yine de kraliyete ve bilhassa monarşinin hayranlarına tam anlamıyla ihanet edecek değil. Diana bu kargaşadan da pozitif bir imajla ayrılır diye düşünüyorum. Yalnız Charles’ın karakterindeki zayıflıkları saklamamasına karşın, elinden de bırakmadığı merhametin alıştığımız, sevdiğimiz bir diziyi başka bir kılığa büründürdüğü kesin. Artık bir fantezi ürünü gibi algılanmaya başladı zaten Netflix’in en pahalı atı. Titizlikle yazılan diyalogların yerini kısa sosyal medya kliplerine dönüştürülebilecek sahnelere bırakması, yüzleşmelerin kısa ve öz çarpışmalarla takas edildiği bu hâliyle benzinin bittiğini de haber veriyor olabilir. The Queen ertesi aynı olayları tekrar anlatmaya girişmeyeceğini düşündüğüm Morgan’ın altıncı ve son sezonda ne yapacağı da merak konusu. Fayed ailesine bile bir bölüm ayıracak kadar vakit bulabildiğine göre belki de malumun ilamı için vakit gelmiştir.