Eleştiri
The Fabelmans
E.T.’den Saving Private Ryan’a, Jaws’tan Schindler’s List’e, Indiana Jones’tan Lincoln’a, başarılarla dolu kariyerini düşününce, Hollywood menşeli ana akım sinemanın en çok takdir edilen ve tanınan yönetmeni tanımı cuk oturuyor Steven Spielberg’e. 2010’lu yıllarda direksiyonu bütünüyle Oscar’a kırıp yalnızca ödül alma motivasyonuyla üretime geçse de geçtiğimiz yıl izlediğimiz ve orijinalini unutturan West Side Story yardımıyla, formundan hiçbir şey kaybetmediğini hatırlattı izleyiciye. Adını The Fabelmans koyduğu hatıra defteri de benzer bir ödül motivasyonu muhteva etmekte. Quentin Tarantino ve Paul Thomas Anderson çocukluklarının geçtiği şehirlere dönerken, Spielberg işi daha da kişiselleştirip onu hikâye anlatıcısı olmaya iten olayları, insanları taşımış perdeye. Daniel Day-Lewis’e üçüncü Oscar’ını getiren Lincoln filminin ilk set gününde anılarını Tony Kushner’a anlatarak fitilini ateşlediği proje için Kushner’ı da yanına alıp yazmış senaryoyu hatta. Arizona’da geçen ilk gençliğinin bir güncesi, sinemaya duyduğu sevdanın yansıması ve hepsinden önemlisi heves ettiği her şeyi kursağında tutsak etmeye mecbur kalmış annesine bir aşk mektubu The Fabelmans. Tüm katmanlarından arındırdığınızda da post İkinci Dünya Savaşı Amerika’sında, orta direk Yahudi bir ailenin hayat gailesi içinde savruluşu yer alıyor filmin merkezinde.
Geleneksel bir dili benimsemektense, geleneksel dilin yaratıcısı oldu Steven Spielberg. Ancak görsel sanatlarda üretim artışa geçti, bununla birlikte keşfedilecek yeni bir şey de kalmadı. Dolayısıyla o da kalabalığın içerisinde kaybolmaya başladı sanki. Bugün gişede neredeyse hiçbir etki gösteremiyor olması, yeni jenerasyonla Spielberg’ün arasına giren mesafe de bundan biraz. The Fabelmans aynı gelenekçi stilin daha da köküne indiği bir işi üstelik. Tabii burada geçerli bir sebebi var. Onu film yapmaya, yönetmen olmaya itmiş olayları teker teker ele alırken anlatıcılığın temel prensiplerini, ustalarından öğrendiği basit ama etkili numaraları seriyor tezgaha. Kurallarına göre oynayan, dokunduğu temaları ham yöntemlerle inceleyen, senaryo yazma derslerinin ilk haftasını baz alarak matematiğini kuran bir film The Fabelmans kesinlikle.
İlginçtir ki nostaljiyi kalbine yerleştirmiş bir yapıma göre zamanlı algısı yaratabildi Spielberg. Antisemitizmin tekrardan dünya gündemine oturduğu bir dönemden geçtiğimiz için etnik kökeniyle gördüğü zorbalığın karikatürize temsili bile karşılığını buldu. Bununla birlikte şov dünyası içerisinde belli bir tanınırlığı olan annesine karşı tutunduğu pozitif tavrın da mevcut politik iklimde geçit bulabildiğini not düşmek gerek. Hem bir sanatçı olamamanın, hem de eşine sadık kalamamanın köşeye sıkıştırdığı bir kadın çünkü Michelle Williams’ın canlandırdığı Mitzi. Ve Spielberg, kızgın olacağını düşündüğümüz annesinden her şeyin acısını çıkarmak yerine, ona gözleri yaşartan bir sağduyuyla yaklaşıyor. İlişkilerinin temelindeki dinamik çatırdasa da, merhametin başrolü oynadığı bir takım sürtüşmelerle yeni anlamlar kazanıyor. Erkek yönetmenlerden görmeye alışık olmadığımız, problemlerini anneye atayan o sabit fikirli tavrın esamesi bile filmde yer bulamayınca tüm monotonluğuna rağmen The Fabelmans bir şekilde benzerlerinden ayrılmayı başarmış kısacası.
Sona sakladığı, meta bir mesajla noktayı koyan David Lynch’in John Ford’u, haricinde Cecil B. DeMille ile Lumiereler’e saygı duruşu ve Spielberg’in filmografisine küçük referanslar da barındırmakta The Fabelmans elbette. Bunları gözümüze de sokmadan, bitiş çizgisini bildiğimiz bir yolun tozlu rotalarını elden geçirirmiş gibi gösteriyor üstelik. Oyuncu kadrosundan sağdığı kimi zaman abartılı, fakat büyük setlerin, kostümlerin, Janusz Kaminski’nin kullandığı lenslerin içerisinde sırıtmayan performanslar da cabası. Michelle Williams belki kendi kariyeri içerisinde ağırlıklı ekonomik oyunundan ziyade yakın tarihteki çalışmalarından Gwen Verdon’a, Marilyn Monroe’ya daha yakın. Fakat bu hayattan daha büyük, teatral, evlatlarına yaşadığı yılların ötesinde gelecekler inşa ederken destek çıkan kadına böylesine bir mübalağa da pek oturmuş sanki. Williams’ın perdeden taşan oyunculuğu Fabelman ailesinin biyografisinde hep yol gösterici oluyor. Spielberg’le iş birliklerinin sinemadan ziyade onu sinemaya tekrardan âşık eden annesine bir teşekkür ya da belki de bir özür gibi hissettirmesi de biraz bu yüzden.
Üzerine pek kafa patlatılmadığı belli zorbasıyla, mesaj kaygılı mizansenlerinin yavanlığıyla eksik ve hatta tuhaf bir his hakim ama The Fabelmans’a. Annesinin ihanetini nasıl anladığına dair kısımda kameranın arkasında bir usta yer aldığını hatırlatıp, bir sonraki sahnede tekrardan geri çekiliyor ve film kendi kendini yönetiyor gibi örneğin. Çok biricik bir deneyimden bahsediyor olmanın yükü hiç omuzlarına binmemiş sanki. Yer yer kendisinden daha büyük bir film yapmaya hiç yeltenmediğini açık ediyor hatta. 2017’de kaybettiği annesinin jenerasyonunun izleyerek büyüdüğü filmlerin arasına karışabilir istese, finale doğru tekerrür hissiyle boğulan The Fabelmans. Başından sonu belli bir evliliği parçalamamak için ayak direten, yarım asır sonra annesiyle babasının ayrılmamasını sağlayabilirmiş gibi davranan Spielberg bu sularda yüzüyor çünkü. Gerçeği de bükemiyor, halının üstüne kendini atıp yerleri tekmeleyerek ağlayamıyor da bir taraftan. O boğazına düğümlenen bütün cümleler de filmin elini ayağını bağlıyor bir yerden sonra. Akıllarda da bir tek Spielberg’ü sanata, üretmeye, anlatmaya gönüllendiren, müteşekkir olduğu birkaç sima kalıyor.
Bahadır
2 Aralık 2022 at 19:52
❤️
Pingback: Snack Shack (2024) Eleştirisi - Oscar Boy
Pingback: Dìdi (2024) Eleştirisi - Oscar Boy