Eleştiri
Till
Oscar filmi dediğimiz kavram büyük bir değer kaybı yaşadı son yıllarda. CODA, Green Book, Hidden Figures, The Blind Side, Bohemian Rhapsody gibi filmlerin üretimi tamamen durmuş değil elbette. Durmayı bırakın, Akademi’nin yaşça büyük, beyaz ve çoğunluğu erkek üyeleri tarafından baş tacı edilmeye devam ediyor. Ancak sayıca azaldıkları gibi, başarı oranları da büyük düşüşe geçti. Her sene “Oscar yemi” çöplüğündeki yığın daha da cüsseli filmlerle kabarmakta. Bununla birlikte kendi içerisinde de bir dönüşümle sınanıyor adı konmamış tür. Fırsat eşitliğini henüz konuşmaya başladığımız için, azınlıkların öyküleri yeni yeni yer bulabildi ana akımda. Siyahlar, Latinler, Asyalılar, LGBTİ+ bireyler, engelliler… Ve garip bir şekilde bu anlatıların genel izleyiciyi hedefleyen kısmında doksanların ödüllere boğulmuş filmlerine öykünen, demode biyografi formüllerini kullanmakta ısrarcı, geleneksele sırtını dayamış bir tavır mevcut. Kesinlikle anlaşılabilir bir durum ana akımı ele geçirmiş çoğunluktan mikrofonu aldığı gibi, sinema tarihinin gidebileceği en eski tarihine uzanıp, kalabalıklar tarafından duyulması gerekenleri anlatmaya koyulmak. Kapsama alanının genişliğini korumak, kendinden olmayanı izlemeyi alışkanlık edinmemişleri salona çekmek çünkü motivasyon. Lakin bu üretim sarmalının da beraberinde getirdiği bir dezavantaj var tabii. O da ne? Dramatik etki için yaşananları değersizleştirmesi. Kurmacanın en hakikatsiz numaralarına monte edilmiş çaresiz ezberlerle bezeli hepsi. Bu yıl En İyi Kadın Oyuncu yarışında adı geçen, erken favorileri yerinden etmek için zorlayan Danielle Deadwyler’ın yer aldığı Till de kaygılandıran klişe biyografilerin en yenisi.
Afroamerikan sivil haklar hareketinde çok çok değerli bir yeri varmış Till’in konu aldığı Mamie ve Emmett Till’in. Ben de filmi izleyince öğrendim. Ellilerin tam da ortasında, 14 yaşındaki oğlunu Mississippi’deki kuzenlerinin yanına gönderiyor Mamie Till. Yaşadıkları Chicago’da bir siyah olarak kölelik sona erse de Emmett’ın gittiği eyalette durum ise bambaşka. Burada beyaz bir market sahibi/kasiyerle kurduğu “sınırları aşan” iletişim sonrası Emmett, beyaz öncelikçi caniler tarafından linçlenerek öldürülüyor. Bundan sonrasında da annesi Mamie acı haberi aldığı gibi matemini kamusallaştırıyor. Tanınmaz hâle getirilmiş oğlunun naaşını açık tabutta sergiliyor, hitabet konusundaki becerilerini kullanmaya başlıyor, dava sürecinde saklanmayı değil olabildiğince fazla görünürlüğü hedefleyerek bütün ülkeye yayılacak bir ayaklanmanın fitilini ateşliyor. Daha evvel yine sosyal drama olarak sınıflandırılan Clemency’i yönetmiş Chinonye Chukwu da, Till isimli yapımda Mamie Till’in aktivizmi kucakladığı dehşet verici olaylar zincirini anlatıyor.
Öğreticiliği konusunda bir yorum getirmeye dahi gerek yok Till’e. Martin Luther King’in önderlik ettiği çok kıymetli ve ehemmiyetli bir başkaldırının önemli yüzlerinden biriyle daha tanışmış olduk. Siyah kültür içerisinde ne üzücüdür ki hep yer bulan, Nope’ta da çağdaş yöntemleriyle bahsi geçen “kanıt bulundurma” alışkanlığının acı verici bir temsili aynı zamanda. Hatta belki de bu öğrenilmiş çaresizliğin tarihteki en bilinen örneği bile denilebilir. Fakat hikâye anlatma sanatının incelikleri göz önüne alındığında iyi bir film izlemediğimizi söyleyebiliyorum rahatlıkla. Till, abartılı müzik kullanımından doruk noktasını mahkeme salonuna saklayışına, çok erken başlayıp çok geç biten sahnelerinden oyuncu rejisine kadar bütünüyle zorlama bir didaktikliğin esiri olmuş. Hikâyenin özünde bulunan önemi de geri planda bırakan, ürettiğine yüksek değerler biçen bir anlatıcıyla cebelleşiyoruz filmi izlerken. Bir vaiz kostümünün içerisinde gerçeği eğip bükerek (Filmle ilgili araştırma yapıldığında, Emmett Till’in beyaz kadınla flörtü hakkında tarihçilerin ikiye bölündüğünü görüyoruz.) anlatılması gerekene değil de nasıl anlatırsam seyirciyi daha iyi manipüle ederim sorusuna odaklanmış Chukwu. Böylesine bir yönlendirmeye hiç gerek olmamasına rağmen hem de.
Televizyon filmi estetiğinin ağır geldiği, teknik noksanların ağırlıkta olduğu filmi konuşurken Danielle Deadwyler’ın ekrandan taşan oyunculuğuna da değinmek şart. Till’i sırf bu performans üzerinden bile okumak mümkün çünkü. Benim üzerimde pek bir etkisi olmayan oyununun esi ziyadesiyle bol ve, tahmin etmesi güç olmayacaktır, kendinden menkul. Bilhassa Whoopi Goldberg, Frankie Faison gibi ustalarla sahne paylaşırken Deadwyler’ın ağırlığı büyük bir rolün altında ezildiği net bir şekilde hissediliyor bana kalırsa. Dolayısıyla çevresinde dönen ödül sohbetlerine olumlu bir reaksiyon vermekte güçlük çekiyorum. Amma velakin filmle kontrast oluşturmayan mübalağasının işliyor olması anlaşılır. Sağ politikanın, faşizmin her türlüsünün, göçmen düşmanlığının zirve yaptığı günümüzden kolay bir ava çıkıyor ne de olsa Chukwu. Bu uğurda Deadwyler’ın titrek ifadesi de karşılığını buluyor elbette.