Eleştiri
#istfilmfest42 Günceleri Vol. 1
42. Uluslararası İstanbul Film Festivali koşturmacası devam ederken filmleri yazmaya vakit bulamadığım için bir kez daha özür dilemeden konuya gireyim. Uzun uzun yazacağım filmleri kenara ayırıp, kısa geçmek istediklerimi ağırlayacağım günceler yazma fikri hasıl oldu. Bu seri kaç kere gelir bilmem ama bir yerden başlamak şart. Hadi afiyetle…
Ocak ayında düzenlenen Sundance Film Festivali’nde Kurmaca/Dünya Sineması bölümünden Jüri Büyük Ödülü ile ayrıldı Birleşik Krallık yapımı Scrapper. Çektiği kısalar ve video kliplerle Britanya’da belli çevrelerce tanınan Charlotte Regan’ın ilk uzun metrajı olma özelliğini taşıyor bu minik bağımsız. Annesini kaybettikten sonra sosyal servislere yalan söyleyerek tek başına evlerinde hayatını sürdüren 12 yaşındaki Georgie ve geçinmek için yaptığı bisiklet hırsızlığına ortak olan en yakın dostu Ali kendi dünyalarında günleri devirirken bir anda Georgie’nin babası Jason hayatında beliriyor, bir şekilde kurduğu düzen de bozuluyor. Klasik bir baba – kız sıfırdan bağ kurması hikâyesi denebilir. İçerisinde aşırı canlı, alayın gücüyle var olan Britanya mizahını muhteva etmekte bolca. Perdenin karizmatık, neredeyse yeni sayılabilecek yıldızı Harris Dickinson ile filmin küçük oyuncuları Lola Campbell ve Alin Uzun arasındaki kimya da yok sayılamayacak kadar kuvvetli. Sadece, bildiğimiz bir mizaha ve umutsuzluk içerisinde yeşeren o aldırışlı aldırışsızlığa çok bel bağlamış Regan. Her sahne, her yüzleşme daha önce denenmiş gibi hissettirmekte. Aşinalığı göze batmasın diye süresini kısacık tutmuş olması şahane tabii. 84 dakikadan bir saniye fazla anlatacağı bir derdi yok çünkü. “Gizemli oda” aksını da tam beklediğimiz bir şekilde tükettiğinden finali erken yapması avantajına oluyor.
Berlin Film Festivali’nden Altın Ayı ve Ekümenik Jüri’nin Özel Mansiyon Ödülü ile dönen On the Adamant, son yılların büyük festivallerde taçlandırılmış belgesellerinden en yenisi. Yetmişli yıllardan bu yana belgesel çeken usta isim Nicolas Philibert, filmin de adını aldığı L’adamant isimli bir bakımevini konu edinmiş bu defa. Seine Nehri’nin en sakin noktalarından birinde muhteşem mimarisiyle hem ilgi çeken, hem de nehrin üzerinde alelade bir tekneymiş gibi kaybolan binada mental sıkıntılarla boğuşan insanları gözlemliyor. Kimisi kendi geçmişinde kaybolmuş, kimisi bugünü hepimizden iyi algılamış, kimisi ise olmayan bir geleceğe uzaktan bakarak iştahsızlığını saklamaya çalışıyor. Psikiyatriye dair olan her şeyin insanlıktan çıkarılması ve uzak bir yere saklanmasına karşı duran bir çok doktorun, terapistin, hasta bakıcının, eğitimcinin yolunun düştüğü yerde de genel anlamda “kaybolmaya yüz tutmuş kalabalıklar” için gösterilen, onları topluma kazandırmaya odaklanmış bir direnç var. Ancak film haddinden biraz uzun. Tanıştığı insanların şahsına münhasırlığıyla sarhoş olmuş, işin klinik tarafını da elinin tersiyle itmiş gibi Philibert. Finalde okuttuklarıyla da 109 dakika boyunca anlattıklarını özetliyor, seyircisine salak muamelesi yapıyor adeta. Halbuki empati kurulmasını sağlayan çok doğal bir beyan da vardı içerisinde: Ne zaman bir terörist saldırısı duysak, medya teröristi deli diye etiketlediğinde gülüyoruz. Çünkü biz şiddete meyilli değiliz. Hatta çoğumuz oldukça kırılgan.
True Blood’tan beri sevdalısı olduğumuz Alexander Skarsgård ve Emma sonrası hem X hem de Pearl ile yıldızı parlayan Mia Goth’u buluşturmuş David Cronenberg’in oğlu Brandon. 2020 tarihli Possessor’dan sonra yine body horror sularında yüzdüğü bu yeni bilimkurgusunda The White Lotus’a yeni sezon konsepti olacak bir denemede bulunuyor. Suç işleyenlerin cezalarını çekmemek için klonlarını kendi elleriyle öldürmek zorunda olduğu bu faili bol coğrafyada dehşet, suçluluk duygusu, zevk, akıl oyunları birbirine giriyor tabii. Ayrıcalık sahibi olanların sorumluluk kabul etmeyen mevcudiyetiyle bir derdi olduğu kesin Cronenberg’in. Ama burada aradan “korku”yu çıkarmış. Tanrı’yı zaten yok saydığı düzlemde yaptıklarımız için bir hesap vermeyeceksek yaşamdan ya da bizden geriye ne kalır diye bir soru soruyor. Ölüm de paravanın diğer tarafında tabii. Ama bunlara bir yanıtı var mı? Yok. Egzersizi sırasında yeni bir şey deniyor mu? Hayır. Neon ışıklarda uyuşturucu etkisiyle dans eden insan görüntülerinin, flu manzaraların modası geçti mi? Evet. Taptaze sorularına biçim açısından en geleneksel yöntemlerle koşmuş Cronenberg. İçi de boşalmış bu sebepten. Sanki beynimizi çalıştırmak için değil de gözümüzü boyamak için kamera arkasına geçmiş gibi. Gerçi onu da becerebildiği meçhul ya neyse.