Eleştiri
Kızıl Gökyüzü – Roter Himmel
Barbara, Phoenix, Transit ve Undine derken filmografisini karşı konulamaz bir seriyle taçlandıran Christian Petzold, hiç şüphesiz ki Avrupa’nın en heyecan verici yönetmenlerinden biri oldu 2010’larda. Bir önceki şaheseriyle açılışını yaptığı doğal elementler üçlemesinin ikinci ayağı Kızıl Gökyüzü ile Baltık Denizi’nin kıyısındaki bir sahil kasabasına, hem de şimdiki zamanda geçen bir öyküyle demir atıyor bu defa. Annesinin yazlık evine arkadaşını getiren Felix, ilk romanından sonraki yeni kitabı için çalışan Leon, sürpriz misafir Nadja ve beldenin mevsimlik sakini David arasında birbirinden farklı duyguların su yüzüne çıktığı dalgalanmalar yaşanıyor, bölge orman yangınlarıyla alev alırken. Petzold yapımlarından alışkın olduğumuz üzere yine edebiyatın gölgesini hissediyoruz. Ancak esas meselesini daha farklı bir onaylanma ihtiyacının, sevgiye duyulan muhtaçlığın etrafına ören bir hikâyesi var Kızıl Gökyüzü’nün. Orijinal adı Roter Himmel olan yapım, ritmi de belirleyen mizahıyla insanın kendisini, başkasını, yaptığını, ürettiğini sevmenin hangi yollardan geçtiğini bulmaya çalışıyor, alıntıladığı Heinrich Heine şiirinde dendiği gibi sevince can verenleri anlatıyor. Tabii bitiş noktasında yeni bir yaratımın olacağını, trajedinin gerekliliğini de not düşerek.
Dört ana karakterinden en çok Thomas Schubert’in canlandırdığı Leon ve Nina Hoss’un yerini alan yeni fetiş oyuncusu Paula Beer’ın Nadja’sına vakit ayırmış Petzold. Bu ikili arasındaki itici ve çekici güçler bütün dinamikleri belirliyor. Leon, kendisini hapsettiği dört duvar arasında yalnızca şüpheyi yanına yaklaştırdığı için tarif edilemez bir yalnızlığa gömülü. Dolayısıyla ağzını açtığı anda konuşanın o değil de egosu olduğunu her koşulda fark ediyoruz. Nadja ise havanın, suyun, güneşin bir parçası gibi. Onu tanımaya çalışmayan, pencere kenarlarından, kapısı açık odasındaki alelade objeler üzerinden karakter analizi yapmaya çalışan Leon’un görmek istemediği her şeyi temsil ediyor. Yapmadığı, ürktüğü her şeyin o yöne bakmazsa durduğunu zanneden biri için Nadja’nın varlığı dayanılmaz olduğu kadar bambaşka tutkularını da körüklüyor. Uzunca bir süre Beer’ı kamerasından uzak bir yerlere konduran ve ilk karşılaşmayı erteleyen Petzold, nihai buluşmada da bu ikiliğin, hayatı olduğu gibi seven ve hayatı yalnızca olmasını istediği biçimde sevebilecek karakterlerin arasındaki kontrastın altını çiziyor.
Birçok yerden bağra basmak mümkün bence Petzold’un yeni şaheserini. Yangın yavaş yavaş yazlık eve yaklaşırken teker teker kırılmaları gerçekleştirmesi ve Leon’un üretici ya da erkekliğe dair yüksek egosunun da alevlerden nasiplenmesi elbette filmin yüzeyindeki en önemli vurgu. Öyle büyük bir ustalıkla sahneliyor ki Leon’un kendi zindanından kurtulmak için sevgi kırıntıları taşıyan bir anahtara ihtiyaç duyuşunu. Ani bir akıllanma hâli de değil üstelik. Bu dipsiz kuyudan çıkış yolunu gösterirken yolun uzun olduğunu asla unutturmuyor. Burada mizahı da gerçek bir silah olarak kullanmış ayrıca. Leon’un hem arkadaşları, hem de seyirci önündeki küçük düşüşünde basit komedi dokunuşları önemli bir rol üstleniyor. Yaşadığı her şeyi entelektüel bir savaş alanı, kırılganlıklarını kamufle etmek üzere bir alay malzemesi olarak kullanan Leon’u yumuşak karnından vura vura nakavt ediyor.
Sevgiden ırak, kişiyi yalnızlaştıran bu kreatif ruh zırvasından bugünle ilgili bir çıkarım da yapmak mümkün bana kalırsa. Teknolojinin hayatımızda oynadığı büyük rol sadece hayatla değil etrafımızdaki herkesle ve her şeyle alay ederek sağ kalmayı seçen insanlar da yarattı ister istemez. Birbirimizi değil dinlemek, görmeye bile tahammül edemezken telefonun çekmediği, bütün ihtiyaçların ilkelleştiği, sinek kovan spreyin, belde merkezinden alınıp poşete sıkıştırılmış gulaşın önem arz ettiği bu yalınlık farklı tartışmalara da gebe bana kalırsa. Lakin Petzold’un esas amacı bu mu, yoksa sadece bu ihtimalin etrafında parmaklarının üzerinde dolanarak göz mü kırpıyor emin olamıyorum. Belki Leon’un haleti ruhiyesine fevkalede biçimde açık eden “In My Mind”ı tekrar tekrar dinleyerek, ikinci Kızıl Gökyüzü seyrine kadar beklemem ve filmin ana karakteri gibi entelektüel ispatlara kurban gitmeden bu zorlama okumayı rafa kaldırmam gerekiyordur.