Eleştiri
Canavar – Monster
Japonya Sineması’nın medar-ı iftiharı Hirokazu Kore-eda, Song Kang-ho’ya En İyi Erkek Oyuncu ödülü getiren Cannes macerasından sadece bir yıl sonra Monster ile tekrar aşındırdı Croisette taşlarını. 2013’te Like Father, Like Son ile Jüri Ödülü, 2018’de Shoplifters ile Altın Palmiye’yi kazanan usta yönetmenin yeni filmi ise En İyi Senaryo ödülüyle buluştu. İşin ilginç tarafı 1995 tarihli ilk filmi Maborisi’nin ardından çektiği 14 uzun metrajlısında da senaryosunu kendi yazan Kore-eda’nın yıllar sonra ilk kez bir başkasına ait, televizyon için yaptığı işlerle bilinen Yuji Sakamato’nun senaryosuyla çalışmış olması. Üç farklı perspektifte, üç farklı janr denemesine girişen yapım, Kore-eda’nın filmografisinde her anlamda eşi benzeri olmayan bir yerde duruyor bu yüzden. Hikâyelerini hisler üzerine kuran, gerçek karakterler çizmeye özen gösteren yönetmenin ağırlığını yalnızca son çeyrekte koyabildiği bir film her şeyden evvel. Çünkü kurgunun yardımıyla katmerlenen oyuncaklı bir senaryosu var Monster’ın ve öykü bu numarasının etrafında çevreleniyor. Oğlunun okulda yaşadığı sorunlara anlam getirmeye çalışan bir anne, torununun ölümüne sebep olmuş bir okul müdürü, bütün yanlış anlaşılmaların merkezinde saygınlığını yitiren bir öğretmen ve kim olduklarını birbirlerine tüm dünyadan gizleyerek ayırdıkları vakitlerde keşfeden iki çocuk…
Yuji Sakamato’nun dikiş izleri belli senaryosunda açılış, seyirciyi hikâyenin kabuğunda ağırlayarak yapılıyor. Ansızın saçlarını kesen, ayakkabısının tekini kaybeden, beyninin yerine bir domuzun beyni mi kondu diye merak eden, okuldan eve yaralı gelen oğlu Minato’nun hâlini anlamlandırmaya çalışan bekâr anne Saori, tüm bunları eşini kaybetmiş olmasına yorarken Minato’nun öğretmeninden şiddet gördüğünü öğreniyor ve okulu basıyor. Benliğini yitirmiş gibi duran okul müdiresi ve bilumum kadrosunun ne için özür diledikleri belirsiz, çalışılmış tepkileri karşısında da şaşkına dönüyor. Öyle bir absürtlük izliyoruz ki bu yüzleşmeler sırasında, bahsi geçen canavarı ararken önce bir uzaylı istilasından, anlamlandıramadığımız bir dış güç tarafından öğretmenlerin beyninin yıkandığını düşünüyoruz. Sonrasında ikinci parçaya geçiyor film. Bu defa kabuğunu soyduğumuz meyvenin içerisinde tatlı yerleri ısırarak, o ana kadar ipucu olduğu belli edilmeden önümüze bırakılmış ayrıntıları keşfetmeye başlıyoruz. Minato’nun suçladığı öğretmen Hori’nin bakış açısından gördüklerimiz yeni bir sayfa açıyor önümüzde. Masum sandığımız Minato tüm suçlamaların merkezine yerleşiyor.
Hori öğretmenin öyküsünü detaylandırırken çok tehlikeli sularda yüzmeye başlıyor senarist Sakamato. Beyanın esas olduğu durumların güvenilirlik anlamındaki eksikliğinden dem vuruyor. Bütün tarafların yaşadıklarını eksiksiz bilmenin ehemmiyet taşıdığını ve gerçeğin menfaatlere göre eğilip büküldüğü bir çağda yaşadığımızı dile getirerek iyice ısrarcı bir tavır takınıyor hatta. Son vuruşunu da Minato ile babasından gördüğü zulmü değişik şekillerde dışa vuran sınıf arkadaşı Yori’nin yaşadıklarını anlatarak yapıyor. Geçtiğimiz yıl izlediğimiz Lukas Dhont filmi Close’da da vardı bu çiğliğin bir benzeri. Sebebi de iki yapımın çok küçük yaşlarda kuir kimliğinin bilincine varmakla ilgili en ufak bir fikre sahip olmaması. Yaşıtlarından farklı olma hâlini algılamak elbette zorbalarının sana öğrettiği bir çaresizlikle şekilleniyor. Ancak kalabalıktan ayrılma biçimlerimizi kendini suçlayan ve hastalıklı olduğunu düşünerek büyüyen örneklerle perdeye taşımak, hep bu alanda bir travma çetelesi tutmak gibi demode, tembel eğilimlere sahipler. Bu farkındalığın toy arzularla geldiğini düşünemiyorlar sanki. Ahlakçı, korumacı, normatif bir oyun arkadaşlığına sıkışıp kalıyor dışarıdan gözlemleri.
Monster ton olarak stabil bir film değil ve bunun bariz bir tercih olduğu da sakınılmıyor. Kamera, yerleştirildiği her omuzda farklı bir ışıktan besleniyor. Kore-eda’dan da sebep değil, Sakamato’nun yazdığı senaryonun matematiği elverişli bir alan yaratıyor zaten bu iniş çıkışlara. Seyircisini, bir kısmı tahmin edilebilir olsa da, uzunca bir süre diken üstünde tuttuğu bir gizemle oyalıyor. Dikkatimizi dağıtmak için de kedi ölüsünden domuz beynine, kayıp ayakkabıdan canavarlı şarkısına kadar her bir küçük ayrıntıyı sonra ifşa edeceği bir düzenekle muhafaza ediyor. Belki de bu egzersizler yüzündendir bilinmez, Kuir Palmiye’yi göğüsleyen Monster, bizi Minato ile Yori arasındaki duygusal bağa inandırmakta güçlük çekiyor. Bir tayfun sırasında kaybettiğimizi sandığımız oğlanların tekrardan güneşe doğru koştuğuna sevinmeyi dahi başaramıyoruz. Tıpkı okul müdiresinin içinde uhde kalan müzisyenlik hayalini Minato’yla nefese döktüğü sahne gibi arka fonda bir uğultu olarak unutulup gidiliyor bu ilk aşk da.
Seçici davranılırsa şayet zorbalığın, matemin izlerini taşıyan, kültürel yapının sosyal reflekslere işlemiş olmasından rahatsız, sosyal medya çağına mesafeli ve gerçek canavarını aramaya koyulmuş bir film olarak da özetlenebilir Monster pekâlâ. Ama sindirmeye müsaitlik bir olgunlukta değil tabağımızdaki malzeme. Ryuichi Sakamato’nun sandıktan çıkardığı besteleriyle gölgelediği anlatı merak uyandırıyor, durgun filmlerin ustası Kore-eda’yı kariyerinde hiç ulaşmadığı bir ivmede izletiyor, okul bahçesindeki tatsız hatıralarımızı canlandırıyor olsa da “yanlış anlaşılmışları” herkesle eşitleyen davranış biçimi endişe verici.
Mavile
22 Ocak 2024 at 02:11
Ben çocukların kurtulduğunu düşünmüyorum.Bitiş sahnesinde eski rayların bulunduğu giriş kapısı açıktı,fakat ilk gezintiye çıktıklarında kapı kapalıydı ve “yolun sonu ” demişti yori. Artık yol açık yani yeni bir hayat başlıyor…
Seyhan
25 Ocak 2024 at 18:09
Yorumunuz beni şaşırttı Umut hep içimizde olsun