Eleştiri
13. Suç ve Ceza Film Festivali Günlükleri #1
Festival modundan asla çıkamayan bizim gibi fânilerin imdadına bu ay da Suç ve Ceza yetişti. 17 – 23 Kasım tarihleri arasında düzenlenen festivalden birkaç önerimi paylaşarak geri sayımı başlatmıştım hatırlarsanız. Orlando, My Political Biography incelememi de geçtiğimiz günlerde yayınladım. Şimdi sıra programın cevherlerini teker teker konuşmakta. Oscar’da Ukrayna’yı temsil eden 20 Days in Mariupol ve prömiyerini Berlin’de yapan kuir yapım The Lost Boys’la söze girelim bakalım.
ABD merkezli haber ajansı AP’nin üyesi Ukraynalı gazeteci Mstyslav Chernov’un ülkesindeki savaşı bütün çıplaklığıyla gösterdiği bir belgesel 20 Days in Mariupol. Rusya’nın akıl sır ermeyen işgali sırasında Mariupol’da kalmayı seçen Chernov ve fotoğrafçı Evgeniy Maloletka ile yapımcı Vasilisa Stepanenko, inanılmaz bir işe kalkışmış. Çağımızdaki savaşlarda kimin hayatta kalacağına “bilgi” sayesinde karar verildiğine gönülden inanan üçlü, ilk 20 günde vuku bulan her şeyi kameralarıyla belgeleyip dünyaya ulaştırmayı misyon edinmiş. Bu hazmı zor belgesel de bugüne kadar basında gördüğümüz görüntüleri bütün hâliyle servis ediyor bizlere. Evini arabasını kaybedip sokakta kalan siviller, kaçmaya çalışırken yaşamı yitenler, gidecek bir yeri olmayanlar ve yakın tarihte Filistin’de de yaşanan hastane bombalama kalleşliğine kadar her şeyi, gözünü dahi kırpmadan gösteriyor. Bir gazetecilik başarısı olarak ele almayı daha yararlı bulsam da, dökümantasyonu için araç olan medyumu da iyi kullanıyor Chernov. Dramatik müzik ve acıklı anlatıcılığının dikkat dağıtan bir tarafı yok değil. Fakat durum zaten yeteri kadar dramatikken, sayısız insan yok yere can vermişken, ameliyathanede tavan tepesine yıkılınca nerede doğuracağını şaşıran bir anne karşımızdayken bir şeyi dramatize ettiğini iddia etmek abesle iştigal. Filmin de dediği gibi: Olanlar acı verici. Olanları izlemek de acı verici. Ama olanları izlemek zaten acı vermeli. 20 Days in Mariupol da savaş gündemine inatla uzakta kalanlara, Rusya’nın önce yalanlayıp sonrasında ordumuza sorun diyerek geçiştirdiği yanlış istihbarata el atıyor. Acı bir tarihi, gerçekleri hiç yumuşatmadan filme döküyor.
Zeno Graton’un ilk uzun metrajlısı Le Paradis, İngilizce adıyla The Lost Boys, Berlin’de prömiyerini yapmış kuir bir film. Hatta öyle ki Graton, uluslararası festival seyahatine Cannes’ın Kuir Palmiye jürisinde görev yaparak devam etti sonra. Gençlerin yer aldığı bir ıslahevinde geçen yapım, toplumun dışına itilenlerin arasında bile parya gibi muamele edilen iki âşığı konu alıyor. 17 yaşına gelen Joe, salınmak için geri sayarken ansızın yörüngesine giren William’la bir türlü kısalmayan günlerine bir anlam geliyor. Ancak bu defa da özgürlük kavramıyla kurduğu ilişkiyi gözden geçirmek zorunda kaldığı bir yüzleşmeye çıkıyor yolu. Hisler üzerine kurulu bir sinema üretmeye gayretindeki Graton, Truffaut klasiği The 400 Blows’a öykünürken de kimilerimizi ezip geçen sistemle, arkasını düşünmeyen iktidarlarla hesaplaşıyor tabii. Sonu yalnızca hüsrana ve bunun sebep olduğu öfkeye açılan hayatların içerisinde yeşeren bir umuda bel bağlaması, filmin yalnızca William’la Joe’nun tenleri birbirine değdiğinde rahatlaması da bu sebepten. En büyük kusuru isyan bayrağını karakterler özelinde çekerken yönetmenin hep geriye yaslanması. Sanki daha atak bir kameranın hasretini çekiyor bu öykü. Bu hâliyle benzerlerinden ayrılamadığı kesin. Gençliğe, özgürlüğe, kendinden olmayanı yutan coğrafyalara, kuir kimliklerle var olmaya dair bir ağıt. Ama ne yazık ki Joe’nun içerisindeki fırtınayı ulu orta koparan bir başkaldırı değil.