Eleştiri
Monte Cristo Kontu – Le comte de Monte-Cristo: Ezelden Beri
Hayatım boyunca kaçırdığım en büyük fırsatın öğrencilik yıllarımdaki Edebiyat derslerim olduğunu düşünüyorum. Sayısal tarafı seçince bir yük gözüyle baktığım bu derslerde aslında hep iyi hocalarım olmuştu. Ama ne gariptir – belki de beyin şimdikinden yirmi kat berrak olduğu için – o dönem okumak mecburiyetinde olduğumuz kitapların hiçbirini zihnimden atamadım. Dün elimde gezdirdiğim kitabın neyi anlattığını sorsanız afallarım belki ama Tolstoy, Dostoyevski, Dickens, hatta Aytmatov’lu yıllardan her şey satır satır aklımda. Değerini bilemediğim bir dersi anlatırken çiğ bir romantizm değil amacım, meraklanmayın. Lise sıralarında dirsek çürütürken elimden bırakamadığım bir kitaba getirmeye çalışıyorum lafı. Her türlü uyarlamasını da yakından takip ettiğim Alexandre Dumas’ın Monte Cristo Kontu‘nu hep ayrı bir yere koyduğum için, serbest adaptasyonu Ezel‘i bile Kenan İmirzalıoğlu’nun bazen yorucu olabilen oyunculuğuna rağmen tüketmeyi başarmıştım. Dolayısıyla 2024 tarihli, Fransa’da sinema salonlarını hıncahınç dolduran yepyeni versiyonunun bu yıl beni en çok heyecanlandıran iş olduğunu söylemeliyim. Matthieu Delaporte ve Alexandre de La Patellière’in Cannes’da prömiyerini yapan, yılın en pahalı Fransız filmi olduğu da sıklıkla dile getirilen, macerası bol, entrikası çok Le Comte de Monte-Cristo‘su beklediğimize değdi mi peki? Buyurun didiklemeye…
Genç bir kadını denizden kurtardıktan sonra bu kahramanlık kutsanınca kıskançlık krizine giren kaptanı, evlenmeyi düşündüğü Mercedes’i arzulayan yakın arkadaşı ve bataklık kadar kirli bir savcı tarafından ihanete uğrayan Edmond Dantès, kendini hapishanede bulur. On dört yıl sonra kaçmayı başararak dillere destan bir intikam hikâyesinin fitilini ateşler. Adaletin tecelli edeceğini hayal ederken, Edmond hırslarının ağırlığı altında ezilir ve kalbinin yön verdiği vicdanıyla çetin bir savaş vermek zorunda kalır. Alexandre Dumas’nın epik romanını uyarlayan ikili, aynı zamanda yazarın benim pek sevmediğim diğer eseri Üç Silahşörler‘in 2023’teki Fransız gişesinde rüzgârlar estiren filmlerini de yazmıştı. Ancak bu kez, aynı ikili yönetmen koltuğuna da oturarak ihtişamlı bir film yaratma çabalarını ikiye katlamış. Harfi harfine romana sadık kalmasının yanı sıra, özlediğimiz büyük ölçekli film normlarını benimseyen bu yapım, eski moda hikâye anlatımını günümüz sinema dünyasına taşıyor. Uzun süresi, gösterişli setleri, özenle tasarlanmış kostümleri ve kulakları dolduran kalabalık orkestra müzikleriyle Le Comte de Monte-Cristo, beyaz perdeye çok yaraşan görkemden besleniyor.
Monte Cristo Kontu‘nu eleştirmek neredeyse imkânsız. Uzun zamandır bu kadar ne istediğini bilen bir film izleyip izlemediğimden emin değilim. Delaporte ile Patellière’in devasa bir bütçeyle çalışma avantajına sahip olması, “mış gibi” yapma ihtiyacını ortadan kaldırmış. Pierre Niney’nin bu rol için fiziksel olarak çelimsiz ve yaşça genç olduğunu düşünenler için ise büyük bir sürpriz var: Karakter yeni kimliğine büründüğü anda bu önyargıyı tamamen kırıyor. Öyle ki Niney’nin göz dolduran performansının ardından bu rol için başka birini hayal etmek mümkün değil. Ayrıca çağdaş Fransız sineması ve tiyatrosunun önde gelen yıldızları da Niney’yi kusursuz performanslarıyla desteklemişler. Laurent Lafitte’in sinir bozucu savcı yorumundan Anamaria Vartolomei’nin kütüphanedeki Türk ezgilerini andıran solosuna, her oyuncu sahneye girdiği anda Niney ile spot ışıklarını paylaşacak bir cömertlikle oynuyor. Sonuç olarak şunu söylemek mümkün; yönetmenlerin üzerlerine düşen her şeyi eksiksiz yerine getirmesi sayesinde filmin değerlendirmesi seyircinin bu tür yapımlarla kurduğu ilişkiye kalıyor.
Le Comte de Monte-Cristo, iyi bir romanda bulunması gereken tüm özelliklere sahip. Filmin, kurduğu dünyayı ve merkezine aldığı karakteri ağır ağır işleyen açılışı, giderek yükselen tansiyonuyla ikinci yarıda su gibi akıp giden temposu da bunu kanıtlıyor. Okurken hayal bile edemediğimiz her detayı öyle bir ustalıkla ete kemiğe büründürmüşler ki, artık hem önceki hem de gelecekteki her uyarlamayla mukayese etmek ve bir baz olarak almak kaçınılmaz hâle gelmiş. Ben, bu epik ve nostaljik film üretimine duyduğum özlemi gidermeyi başaran izleyici kitlesine dahilim. Ancak yenilik arayanların, maskenin ve gözlüğün kimlik gizleme klişesine kanmayanların, salondan hayal kırıklığıyla ayrılmasını da anlayabiliyorum. Neticede bu uyarlama, romanın kudretli bir vizyonla buluştuğu bir yorum değil. Monte Kristo Kontu, hak ettiği bütçeyle ve bunu idare etme becerisine sahip yaratıcıların ellerinde perdeye yansıyor yalnızca.
Elçin
21 Kasım 2024 at 19:05
Demek ben bayılarak izleyeceğim…