Eleştiri
My Old Ass: Şimdiki Aklım Olsa…
Sinema, var olduğu ilk günden bu yana kaderimizi yeniden çizebilme fantezisine dayanan hikâyelerle izleyiciyi büyülemeyi sürdürüyor. Çünkü insan olmanın temelinde, “keşke” kelimesi önemli bir yer tutuyor. Bu sözcüğe karşı savaş açanlarımız olsa da, o keşkelere uzanma ve hatta bir adım ileri gidip onları değiştirme ihtimalinin çekiciliğini inkâr etmek zor. My Old Ass, tam anlamıyla bu damara oynamasa da benzer bir temadan beslendiği için aynı şeytan tüyüne sahip. Nesillerdir yaban mersini çiftçiliği yapan Ontario’lu bir ailenin kızı olan Elliott (Maisy Stella), batı kültüründe üniversiteye gitmekle eş zamanlı görülen “yuvadan uçma” ritüelinin eşiğinde. Kendini ait hissetmediği bu çiftlikten ayrılıp Toronto’ya gitmek için yaz boyunca hazırlık yaparken, yakın arkadaşlarıyla dumanlı bir buluşma sırasında hayatının sürpriziyle karşılaşıyor: 39 yaşındaki hâliyle (Aubrey Plaza) konuşma şansı! Sadece belirsizliğin ortasında şekillenen geleceğine dair sorularını yöneltmekle kalmıyor, aynı zamanda bu büyümüş Elliott’tan yaşamına dair ipuçları da almayı umuyor. Ancak, hepimiz 18 yaşındayken ne kadar ukala ve 30’larımızda her şeyi çözeceğimizi nasıl safça varsayıyorsak, Elliott için de durum farklı değil. Dolayısıyla aldığı cevaplardan tatmin olmuyor, 39 yaşında hâlâ her şeyi rayına oturtamamış olmasına şaşırıyor, hatta onu yargılıyor.
Elliott, alıştığımız genç kız tiplemelerinden oldukça farklı. Erken yaşta eşcinsel olarak açılmış, büyüdüğü çevreye uyum sağlamış, gelecekte asla çalışmak istemediği çiftlikteki her işin üstesinden gelebilen bir genç kız. Arkadaşlarına gösterdiği hoşgörüyü ailesine pek gösteremese de, küçücük kasaba hayatında kendine dünyaya açılan büyük bir pencere yaratmayı başarmış. Yine de, 21 yaş büyük hâliyle karşılaştığında sorduğu sorularla toyluğunu, bilinmezliğe açılan kollarının aslında nasıl ürkek olduğunu açıkça anlayabiliyoruz. İki Elliott’ı ilk kez yan yana gördüğümüzde zamanın getirdiği değişimlerin büyüklüğünü fark etsek de, kısa sürede Elliott’ın çekirdeğinde hep aynı insan olduğu anlaşılıyor. Filmin asıl fark yarattığı nokta ise seyircisini de bir bilinmezle baş başa bırakması. Büyük Elliott, küçük Elliott’a Chad isimli bir oğlandan uzak durması gerektiğini tembih ediyor. My Old Ass‘i bu noktadan itibaren kalan kısmını bu gizemi çözmeye adayarak izliyoruz ve bizi en kötü ihtimalleri düşünmeye zorlayarak diken üstünde tutuyor.
My Old Ass, farklı zaman dilimlerinden aynı kişiyi buluştururken herhangi bir bilimsel mantığa yaslanmıyor. Film, uyuşturucu etkili çayların kaynatıldığı ilk andan itibaren mizahi tonunu koruyarak seyirciye bu durumun ciddiyetle ele alınmayacağının sinyallerini veriyor. Yönetmen ve senarist Megan Park, Elliott’ların telefon üzerinden mesajlaşmalarını ya da birbirlerine nasıl ulaşabildiklerini açıklamaya çalışmak gibi bir kaygı gütmemiş hiçbir şekilde. Büyük Elliott’ın, bu evren ötesi kuralları hiçe sayan buluşmada olabileceklerden korkup her detayı paylaşmaktan kaçınması da tamamen içgüdüsel bir tepki olarak hissettiriliyor. Park, bu tür detaylarla vakit kaybetmek yerine, elimizdeki anların değerini bilmediğimiz ve ancak bittikten sonra hasretini çektiğimiz bir dönemi seyircisinin iliklerine kadar işlemenin peşinde. Filmin isteği, tıpkı Elliott gibi, seyircinin de ufak anlardan keyif alması ve yaz tarifesinde – özellikle çocukken – yavaş akan zamanla kavrulması. Annemize sıkı sıkı sarılmanın, kardeşimizle kaliteli vakit geçirmenin ve büyüdüğümüz evin her bir köşesini sindirmenin romantizmi elbette konservatif bir nostalji örneği. Ancak Park, filminin bundan daha fazlasını önermediğini dürüstçe kabul ediyor ve bu sadelikte güç buluyor.
My Old Ass’i duygusal anlamda bir üst kata taşıyan ve aynı zamanda eleştirilerin odağına yerleştiren Chad karakteri, Elliott’lardan bile daha önemli bir role sahip. Chad üzerinden neredeyse erişilmez bir fantezi sunuluyor: Anlayışlı, nerede ne demesi gerektiğini bilen, yaşına göre olgun, sevgi dolu ve duygularını ifade ederken çekingenlik göstermeyen, adeta kusursuz bir oğlan. Bir insan ilk aşk olarak Chad’den daha fazla kimi isteyebilir ki? Filmin, bizi bu çocuğa karşı uyarmasıyla birlikte, hikâye boyunca onun tek bir yanlışıyla bile karşılaşmamak Chad’i iyice idealize ediyor, hatta bir nevi tanrılaştırıyor. Justin Bieber’ın flört ettiği kızlardan biri değil, Justin Bieber’ın ta kendisi olmak ve o genç kızlar tarafından arzulanmak isteyen Elliott, ikinci çay seansında Chad’in huzur saçan örgülerinin etrafında dönerken, biz de artık bu mükemmel figürü tamamen benimsiyoruz. Heartstopper dizisinin oğlanları gibi, Chad de soğumuş kalplerimizi sözleriyle, tavırlarıyla ve duruşuyla eritiyor. Ancak burada tehlikeli bir tuzak var: Chad’in cazibesine, bugüne kadar sadece hemcinsleriyle ilişki yaşamış olan esas kızımız Elliott düşüyor. Peki bu ne anlama geliyor? Yoksa lezbiyenleri davalarından döndürebilecek tek şey “mükemmel erkek” mi?
Filmin bu denli şuursuz olduğu görüşüne katılmadığımı söylemeliyim. Bu varsayımın biseksüelliği görmezden geldiği de oldukça açık. Elliott, yönelimi hakkında bir fikre sahip olsa da, cinselliğini yalnızca çiftliğin izin verdiği sınırlarda yaşayabilmiş bir genç. Chad, onun için ideal sevgiyi temsil ediyor; Elliott’ı hem kendisiyle hem ailesiyle hem de kaderiyle barıştırıyor. Ayrıca film, durmaksızın kendimize sorduğumuz “Şimdiki aklım olsa, bu kararı alır mıydım? Bunu yapar mıydım?” sorusunda bir tür düşünce egzersizi olarak yaklaşmış Chad’e. My Old Ass, seyircisinden gözyaşı talep eden, bolca hayat dersi sunan ve ölçeğinin farkında bir hikâye. Ben de filmin mütevazı sempatisine yenik düşenlerdenim. Hakikatin açığa çıktığı kısımdan itibaren gözyaşları içinde izledim birbirinden iyi performanslarla dolu bu tatlı bağımsızı ve “Beni ağlatan film karnımı doyurandır,” mottosunun izinden gittim açıkçası. Belki de aldığım kararları, hayatıma soktuğum insanları ve yirmilerimdeki yolculuğumu sorgulamaya ihtiyacım vardı. My Old Ass, tam zamanında imdadıma yetişti; ilaç gibi geldi.