Eleştiri
Piyano Dersi – The Piano Lesson: Hep Aynı Terane
Pulitzer ödüllü August Wilson, Amerika’daki siyah kültür ve deneyiminin tiyatrodaki en önemli temsilcilerinden biri. Broadway sahnelerine okyanusun bu tarafından yolumuz düşmediği için Wilson’ın kaleminin tadına varma fırsatını anca 2016’da Fences ile bulduk. Siyahların 20. yüzyılda ABD’de yaşadıklarını ve ülkenin sosyo-kültürel yapısının etkisini siyah perspektifinden yansıtan on oyunluk The Pittsburgh Cycle serisi, beyazperdeye ilk adımını Fences ile attı. Ellilerin Amerika’sına dair bu hikâyenin ardından, Wilson’ın eserlerini daha geniş kitlelere ulaştırmayı görev edinen Denzel Washington, yapımcı kimliğiyle bu yolculuğu sürdürdü ve 2020’de Ma Rainey’s Black Bottom ile yirmilerin Amerika’sına uzandık. Chadwick Boseman’ın dillere destan son performansına şahit olduğumuz Ma Rainey sonrası, August Wilson adaptasyonları yeni sezonda otuzların Amerika’sında geçen The Piano Lesson ile devam ediyor. Bu kez Washington, malzemeyi oğullarına emanet etmiş. Yönetmen koltuğunda Malcolm Washington otururken, başrolde John David Washington yer alıyor. Hikâyenin merkezinde, karpuz tüccarlığından kazandığı paraya aile yadigârı piyanonun satışından elde edeceği geliri de ekleyip atalarının kölelik yaptığı araziyi satın almak isteyen Boy Willie (John David Washington) bulunmakta. Ancak kız kardeşi Berniece’in (Danielle Deadwyler) batıl inançları ve piyanonun aile tarihindeki yeri bu satışa engel olur. Ailenin diğer üyesi amcaları Doaker (Samuel L. Jackson) İsviçre görevi görürken, Boy Willie kendi topraklarında efendi olmak için mücadelesini sürdürür. Berniece ise nesiller boyu yaşanan acıların sembolü hâline gelmiş, geçmişin hayaletlerini fildişi tuşlaında barındıran bu tabuttan bozma piyanoyu koruma çabasındadır. Her iki taraf da bu anlaşmazlığı kendi yöntemleriyle çözmeye çalışır.
Fences ve Ma Rainey’s Black Bottom ile kaçınılmaz bir şekilde karşılaştırılan The Piano Lesson, daha katmanlı bir Amerika manzarası sunma konusunda kesinlikle başarılı. Aile çatısı altında şekillenen hikâye, aslında ırksal mücadelenin yarattığı cepheleri ve çift yönlü bir çatışmayı gözler önüne seriyor. Kardeşlerden biri geçmişin acılarını geride bırakıp kendi tarihini yazmak isterken, diğeri bu acıları canlı tutarak unutmamayı ve unutturmamayı hedefliyor. Filmi değerli kılan (ya da en azından kılması gereken) şey, bu meselelerin açık bir şekilde tartışmaya açılması. Ancak, Büyük Göç’ün ilk yıllarına odaklanan hikâyenin, ilk kez 1987’de sahnelendiğini düşündüğümüzde, kağıt üzerinde daha çağdaş ve çarpıcı hissettirdiği söylenebilir. Güney’e özgü gotik korku motiflerini de barındıran öykü, özellikle türün bugün siyah yönetmenler tarafından ustalıkla ele alınışı ve geçmişi bugüne bağlayan derinlikli işlerle kıyaslandığında, bir hayli sönük kalıyor.
August Wilson’ı daha geniş kitlelerle buluştururken sinematik bir açılım yapılamaması yine en büyük sorun. Sahnenin tozu filmin her yerine sinmiş durumda. Malcolm Washington’ın yönetmenlik yaklaşımı da bu tiyatral atmosferi aşmakta yetersiz kalıyor. İlk uzun metrajlısını yöneten Denzel’in küçük oğlu Malcolm, diyalogsuz anlarda özgün bir ses yakalayabilse de, oyuncuların her ağzını açışında film, diğer Wilson uyarlamalarında olduğu gibi, seyirciye metni ezbere okuyan “konuşan kafalar” müsameresine dönüşüyor. Wilson’ın tarih boyunca yeterince anlatılmamış yerlere ışık tuttuğu ve sesi duyulmayanlara entelektüel bir üretimle önderlik ettiğine şüphe yok. Ancak karakterlerin derin acılarla yoğrulmuş yasını tutarken, bu önemliliği tekrardan vurgulama ihtiyacı neden duyuluyor, anlamakta zorlanıyorum. Wilson’ın yazını isyan dolu ve her açıdan haklı bir kaleme sahip. Ancak seyircisinin vicdanına öylesine güvensiz ki, oyunları hiçbir kelime değiştirilmeden perdeye taşındığında, ait oldukları zamanın ötesine geçemiyorlar. Üç filmde de zamansızlıktan eser yok. Wilson, baktığı yerin öfkesini ustalıkla sahipleniyor, fakat belki de tiyatronun sınırlarını aşamadığı için bu öfke performatifleşiyor. Sonuç olarak, materyali değil, sadece oyunculukları konuşuyoruz, bilmem farkında mısınız?
Tematik açıdan The Piano Lesson’ı, Fences ve Ma Rainey’s Black Bottom’dan daha değerli bulduğumu söylemeliyim. Ancak, Wilson adaptasyonları genellikle oyunculara “altın heykelcik fırsatı” olarak görüldüğü için, bu kez performansların da güçlü olmaması sebebiyle ortaya dev bir hayal kırıklığı çıkmış. Kölelik tarihini şarkılarla taze tutan sahneleri bir kenara koyarsak, film yalnızca Danielle Deadwyler ekranda belirdiğinde gerçek bir güç kazanıyor. Denzel’in büyük oğlu John David Washington ise filmi sırtlayamadığı gibi, tek bir notada takılı kalmış oyunculuğuyla kardeşinin yönetimindeki kafa karışıklığını daha da belirginleştiriyor. Finaldeki tür değişiminin filmin geneline yayıldığı bir versiyonunu izlemeyi tercih ederdim. Ancak Denzel Washington ve yapım firması, bu eserlerin sinemaya özgü bir evrim geçirmesine izin vermeyecek besbelli. Kalan yedi oyunu da hızla ellerinden çıkarmalarını ve (en az) elli yıl sonra Wilson’ın metinlerinin hak ettiği anlatıcılarla buluşmasını umuyorum.