Dizi Eleştirisi
The Franchise (1. Sezon): Sinema Mezbahası
Britanya’nın dünyaya bahşettiği en yetenekli kalemlerden biri, İskoç yazar ve yönetmen Armando Iannucci. 2000’li yılların başında imza attığı The Thick of It de, bu beyanımın en büyük kanıtı. Televizyonun son 20 yılına yön veren dizilerin yaratıcılarını bir araya getiren etkileyici bir senaryo odasına sahip bu yapım, zamanla gerçek bir TV klasiği olarak anılmaya başladı. Iannucci bu şahane komedinin ertesinde, Tony Roche ile birlikte Veep’e geçiş yaptı. Aynı ekipten, Peep Show günlerinden beri birlikte çalışan Jesse Armstrong ve Simon Blackwell ise farklı yönlere evrildi: Armstrong, Succession şaheserini yaratırken, Blackwell Breeders ile bambaşka bir türün peşine düştü. Şimdi ise Iannucci’nin fikir fabrikasından yetişen bir başka isim, Jon Brown, Oscar ödüllü American Beauty’nin yönetmeni Sam Mendes’in yapımcıları arasında bulunduğu The Franchise ile bu ekibin başarılarına bir yenisini ekliyor. HBO’nun iki dekattır domine ettiği pazar gecesi yayın kuşağında kendine yer bulan bu hiciv komedisi, adı açıkça anılmasa da net bir Marvel parodisi. Sinema olarak adlandırmaya dilimizin varmadığı süper kahraman filmlerinden birinin çekimleri sırasında yaşanan bitmek bilmeyen aksilikleri merkezine alıyor. The Thick of It Britanyalı politikacılara, Veep Beyaz Saray’ın ahmaklarına, Succession üst sınıfın yozlaşmışlığına nasıl dokundurduysa, The Franchise‘da da kılıçların ne için kuşanıldığı belli: Bu kez hedefte, ikiyüzlülükte sınır tanımayan, dalavere ekonomisiyle çarkları dönen sinema endüstrisi var.
Harici bir başarı elde ettikten sonra Marvel tipi stüdyoların zindanlarına kapatılan parlak yönetmeninden, bu dev makinenin yöneticileri arasından sıyrılıp yüzü olmayı başarmış kapitalist Amerikalı’sına; kahramanlık statüsünde vereceği sınavı başarıyla geçmesi hâlinde hak ettiği üne kavuşacağını düşünen yarım akıllı oyuncusundan, arka planda köle gibi çalıştırılan ışıkçısı, figüranı, görsel efekt uzmanına kadar, The Franchise bir süper kahraman filmi setinin tam panoramasını sunuyor. Tabii ki, tüm aksiliklere rağmen bu gemi yürüsün de herkes nemalansın diye deliler gibi uğraşan yardımcı yönetmenleri, yapımcıları ve bilumum asistanları da unutmuyor. Çekimler sırasında ürün yerleştirmeyle ilgili ültimatomlar, stüdyonun aniden değişen kararları, aynı franchise içinde filmden filme gezen büyük yıldızların cameo ziyaretleri, dış çekimlerde büyük bedellere yol açan hatalı pratik efektler derken, bu gişe filmi ekosisteminin zarar verdiği herkes ve her şey The Franchise’ın çuvaldızlarından nasibini alıyor.
Diziyle ilgili beklentiler, Iannucci ve kadim dostlarının önceki işlerinden hareketle şekillendiği için, buradaki tonun daha hafif olduğunu belirtmek gerek. Bu da tamamen seçilen konudan kaynaklanıyor. Ne hepimizin hayatlarına doğrudan tesir eden politikacıların hayasızlıkları ne de kaynakların ölçüsüz dağılımıyla zengin nefretimizi körükleyen kalabalık var hedefte. Belki aynı demografide bir yerlere dokunuyor; fakat buranın odağında sinema sanatını yerle bir eden bir kültüre yönelik eleştiri var. Hatta eleştiri bile demek eksik kalabilir, çünkü The Franchise tüm bu saçmalıkların ortasında aslında işlerin nasıl doğru yapılabileceğine dair ipuçları veriyor çaktırmadan. Beyazı az, siyahı çok, gri bölgeleri ise adeta bir yangın yeri gibi görünen renkli karakterleriyle, kahkahayı bulabildiği her yerde sonuna kadar sağıyor.
Bölüm kapanışlarındaki mockumentary tarzındaki mini röportajların bazen bölümden daha komik olması biraz endişe verici olabilir; ancak dizinin hâlâ dünyasını kurma telaşında olduğunu unutmamak gerek. Ben, kısa sürede Veep gibi bir efsaneye dönüşebileceğine canı gönülden inanıyorum. Himesh Patel’den Richard E. Grant’e uzanan nefis bir kadroya sahip. Kafanızı çevirdiğiniz her yerde, daha büyük rollerle buluşmasını arzu ettiğimiz tanıdık yüzlere rastlıyoruz: Billy Magnussen, Aya Cash, Lolly Adefope… Ancak bir eleştirim var: Dizinin mizahı, hedef kitlesini tam seçemiyor. Kupkuru ve alaycı Britanyalılığı, kimi zaman göbek hoplatmaya meraklı, punchline formülüne takılmış bir Amerikan mizahına soyununca dengesi kayboluyor. Daimi aksilik komedisinin, olası yeni sezonlarda yerini başka olay zincirlerine bırakacağına dair inancım tam. Aksi hâlde bu formülün ne kadar devam edebileceğini kestirmek zor. Tüm bunların yanında, Trent Reznor ve Atticus Ross’un jenerik müziğinden ilhamla, Jeff Cardoni’nin Emmy’yi sonuna kadar hak eden bestelerine dikkat çekmeden geçemem. Müzik kullanımında elini korkak alıştırmayan The Franchise, atmosferini büyük ölçüde kulağımıza takılan tekno parçalarla şekillendiriyor ve bu sayede geleneksel komedi dizisi normlarının ötesine geçmeyi başarıyor.