Eleştiri
Emilia Pérez: Keşke Güneşi Görmeseydim
21. yüzyılın en çarpıcı dramalarından A Prophet (2009) ve Rust & Bone (2012) gibi iki şaheseri yönettiği için Jacques Audiard’ın kredisi vardı bende. Ancak, sanırım bağlarımızı Altın Palmiye aldığı yıl, yani Dheepan (2015) vesilesiyle koparmam gerekiyordu. O yıl Coen Kardeşler’in başkanlığını yaptığı jüriyi bir şekilde etkileyen bu yapım, sahte hassasiyetleriyle dışarıdan bir göz olmasına rağmen kendini hep içerideymiş gibi göstermeyi başarmış ve pek çok izleyiciyi de garip bir şekilde kandırmayı başarmıştı. Şimdi ise Audiard, Emilia Pérez adındaki çalgılı çengili bu tren kazasında, kimliği sebebiyle kendi perspektifinin dışında kalan karakterleri ele alırken daha da savruluyor. Film, Meksika sokaklarında korku salan uyuşturucu karteli lideri Manitas’ın (Karla Sofía Gascón), bir avukat olan Rita’dan (Zoe Saldaña) yardım istemesiyle başlıyor. Yozlaşmış bir coğrafyada bir türlü yükselemeyen kariyerini ayakta tutmaya çalışan Rita, Manitas’ın cinsiyet uyumlama ameliyatı geçirip Emilia Pérez olarak yeni bir hayata başlamasına rehberlik eder. Ancak Rita’nın görevi burada bitmez; Emilia, eski kimliğiyle işlediği suçların yükü altında ezilirken, şen dulu Jessi’ye (Selena Gomez) ve çocuklarına sahip çıkmak, ayrıca geçmişte zarar verdiği ailelere destek olacak bir sivil toplum kuruluşu kurması için de Rita’nın yardımına başvurur. Emilia, ağır basan suçluluk duygusuyla geçmişte yaraladığı herkesi dolaylı yoldan da olsa onarmaya çalışır.
Pedro Almodóvar’ın camp estetiğine, yalnızca aynı dili konuşuyor olmaları üzerinden öykündüğü apaçık belli olan bu büyük felaket, melodram yaratma işini Güney Amerika’nın pembe dizilere karşılık gelen telenovela türünden ödünç alıyor. Ancak Audiard, bu klişe yapıyı çağdaş duyarlılıklarla donatarak etkisini artırmaya çalışmış. 2018 tarihli Boris Razon romanı Écoute’dan esinlenerek yazdığı dört bölümlük operasının beyazperde yansımasında, sık sık birlikte çalıştığı senarist Thomas Bidegain’in yokluğu ise fazlasıyla hissediliyor; zira birinin “dur” demediği çok belli. Audiard, hakkında çok az bilgiye sahip olduğu trans kadınların dünyasını, bununla da kalmayıp devlet eliyle süregelen yasa dışı ticaretin sayısız aileyi paramparça ettiği Meksika’yı, son derece yüzeysel ve modası geçmiş bir perspektiften ele alıyor. Üstelik, bu sorunlar melodram janrının hafifliği bahanesiyle geçiştirilebilecek türden de değil. Emilia Pérez, çiğ ve geliştirilmemiş fikirlerin—hatta tam anlamıyla bir fikirsizliğin—potpurisinden ibaret.
Emilia Pérez, ele aldığı konulara rağmen bir tartışma yaratmak ya da düşündürmekten tamamen yoksun. Bunu, yalnızca camp bir atmosfer yaratma arzusuyla açıklamak isteyenler olabilir; ancak film, camp olamayacak kadar kendini ciddiye alıyor. Peki, önemli bir meseleyi gündemimize taşıdığı iddiasını destekleyebiliyor mu? Asla. Nereden başlasam bilemiyorum… Emilia’nın hormon tedavisiyle büyüyen göğüslerini iki yıl boyunca saklamış olması gibi akıl dışı bir detay mı, yoksa transfobi kokan ve kasıtlı bir bayağılık enjekte edildiği açık olan “Vajina mı istersin, penis mi?” minvalindeki şarkılar mı? Bunlar bir yana, filmin asıl problemli noktası, başrol oyuncusu Karla Sofía Gascón’a kötülük dolu sahnelerinde erkek sesi kullandırtması. Tam da trans bireylerin kimliklerini birer performans olarak gören ve atanmış cinsiyetlerinin asla tamamen silinemeyeceğini savunan TERF zihniyetinin beslendiği noktayı hatırlatan bir yaklaşım. Bu cehaletin ürünü olan tercihler, filmin iyi niyetle çekildiği bariz olsa bile, ciddi sorunlara kapı aralıyor. Emilia Pérez’in önümüzdeki aylarda ödül sezonunda adından söz ettireceği ve bu sayede geniş bir izleyici kitlesine ulaşacağı düşünülünce, TERF söylemini bilinçaltına yerleştirme ihtimali beni hem endişelendiriyor hem de sinirlendiriyor açıkçası.
Filmin müzikal anlarında Meksika’nın “tekinsizliği” üzerine vurgu yapması ve İspanyolca’ya egzotik bir dil muamelesinde bulunması, sıkıntılı bulduğum diğer noktalar arasında. Tıpkı Dheepan’da olduğu gibi, Jacques Audiard’ın burada da çok dışarıdan bir göz olduğu açıkça hissediliyor. Beyaz, yetmişini geçmiş bir Fransız erkeğin, güncellenmemiş dünya görüşüyle haddi olmayan meselelere dalmasının nasıl bir sonuç doğuracağını merak ediyorsanız, işte karşınızda: Emilia Pérez. Müzikal numaralar ise sanki bağımsızlığını ilan etmiş, birer klip havasında. Üstelik filmin ele aldığı temalar da aynı şekilde kopuk ve birbiriyle organik bir bağ kurmaktan yoksun. Her biri, özenilmeden, nereye yapışacağı umursanmadan karakterlerin üzerine savrulmuş durumda. Emilia Pérez, adeta Mahsun Kırmızıgül’ün Güneşi Gördüm filminin müzikal bir versiyonu gibi. Aynı pasaklı anlatıcılık, aynı odak yoksunluğu ve aynı “bir anda yüz fikrim geldi” kaosu: Toplumsal eşitsizlik, kimlik politikalarının çirkin yüzü, bir takım siyasi gevelemeler, Meksika’nın köküne kadar işleyen yolsuzluk, kadın hareketinin toplumdaki yansıması ve tabii kötü kişisel gelişim kitaplarından apartılmış içindeki gücü bulma anlatısı…
Neden ve nasıl yapıldığını yıllarca sorgulayacağımız Emilia Pérez, transların sorunları hakkında en ufak bir fikri olmayan ödül gruplarının, The Danish Girl sonrası bir problematik yapımı daha sahiplenmesine zemin hazırlarken Cannes’dan gelen En İyi Kadın Oyuncu ödülüne dair de söylemem gerekenler var. Telenovela kökenli yetenekli aktris Karla Sofía Gascón, senaryonun ona izin verdiği her anda parlamayı başarıyor ve Cannes tarihinde bu ödülü kazanan ilk açık kimlikli trans oyuncu unvanını fazlasıyla hak ediyor. Ancak, sürekli hızlı nefes alıp anksiyeteli bir hâlde türkü tutturmaktan öteye geçemeyen Zoe Saldaña ve rollerine hiçbir derinlik katamayan, sınırlı oyunculuk becerisiyle Selena Gomez’in savunulacak bir tarafı yok. Filmin işlememesinin bin bir sebebi var elbette, ancak Almodóvar filmlerine benzemek için taklalar atılırken, onun en sorunlu metinlerini dahi olağanüstü oyuncular sayesinde kurtarabildiği gerçeği unutulmuş gibi görünüyor. Emilia Pérez, daha baştan kasting konusundaki feci seçimleriyle kaybediyor.