Eleştiri
Ghostlight: İyileşmeye Geldim
Tam dört ay önce, sinemayla bağımı yenilemek zorunda kaldığım bir dönemde, Ghostlight beni yerden kaldırarak yedinci sanata neden gönül verdiğimi hatırlattı. Yazmak için bu kadar beklememin arkasındaki sebep ne bilmiyorum, ama nihayet sıra geldi. Kelly O’Sullivan ve Alex Thompson’ın imzasını taşıyan Ghostlight, bir aileyi alıyor merkezine. Dan (Keith Kupferer), oğlunun intiharından sonra yasını tam olarak tutamamış ve çabuk sinirlenen birine dönüşmüş bir baba. Karayollarında işçi olarak çalışan Dan, öfkesine yenik düştüğü bir gün Rita (Dolly de Leon) tarafından küçük bir tiyatro grubunun provalarına davet ediliyor ve ufacık bütçeleriyle, ama büyük hayalleriyle Romeo ve Juliet’i sahnelemeye hazırlanan bu amatör ekibe katılıyor. Evde ise bambaşka bir tablo var: Oğullarının ölümünden sonra evliliklerindeki dinamikler tamamen değiştiği için Dan’den uzaklaşan Sharon (Tara Mallen), dengeyi bulmaya çalışırken, geri planda kalan kızları Daisy (Katherine Mallen Kupferer) ise öğretmeniyle yaşadığı “agresif” bir tartışma yüzünden ebeveynlerinin gündemine oturuyor.
Sanatın iyileştirici gücünün, konuşulamayanları dile getiremese bile bir şekilde ifade edilmesini sağlaması üzerine inşa edilmiş Ghostlight’ın hikâyesi. Filmin büyüsü ise mütevazılığında saklı. Mueller ailesinin üyelerinin, gerçek hayatta da bir çekirdek aileyi temsil eden kişiler tarafından canlandırılması, filmin en büyük esprisi denebilir. Filmi, daha önce de birlikte çalıştığı Keith Kupferer için yazan Kelly O’Sullivan, Kupferer’ın kızını (Katherine) önerisi üzerine seçmelere almış ve Daisy rolünü teslim etmiş. Son olarak da eşi Tara Mallen dahil olmuş projeye. Ancak bu durum, Mueller klanını canlandıran Kupferer ailesinin gerçek hayatta da oğullarını kaybettiği anlamına gelmesin. Sadece, altın değerindeki metni tüm kalplerini ortaya koyarak canlandıran inanılmaz yetenekli oyuncular üçü de.
Filmin senaryosu, önemli bir süre boyunca bu ailenin arasındaki gerginliğin kaynağını gizliyor. Küçük ipuçları bıraksa da tüm bu öfkenin ve hüznün sebebini net bir şekilde açıklamıyor. Bunu bir senaryo taktiği olarak değerlendirmek doğru olur mu, emin değilim; çünkü Mueller ailesi, başlarına gelen bu elim kaybı kabullenmekte zorlandıkları için konuşmayı da reddediyor. Onlar sustukça, biz izleyiciler de olan biteni anlamaya çalışırken âdeta kıvranıyoruz. Ancak Dan, Shakespeare’ın dört asırdır etkisini kaybetmeyen eserinde kendi hayatlarına dair izler görmeye başladığında, anlatı da çözülmeye başlıyor. Dan’in rolüne yalnızca replikleri motomot ezberleyip söylemekten öteye geçerek yaklaşması, sahnede anlayarak ve dinleyerek reaksiyon vermeyi öğrenmesiyle birlikte aktif empati devreye giriyor. Bu süreç, hem Dan’in hem de gerçeklerin aydınlanmasını sağlıyor.
O’Sullivan, metniyle Shakespeare’ın oyunu arasında paralellikler kurmaya özen göstermiş, ancak bu benzerlikler oldukça belirsiz ve ince bir çizgide ilerliyor. Evin babası Dan’in kime değil, neye öfkeli olduğunu kavradığı yüzleşmedeki duygu yoğunluğu ile Sharon’ın “uyumsuz oyuncaklar adası” tiyatro topluluğuna katılmasıyla yüzünde beliren tebessümden doğan mizah arasında, bu paralelliklerin ipuçlarını yakalamak mümkün. Elbette yürek burkan trajedisinde de birazını bulabilirsiniz.
Dan, oyun sahneye konulmadan önce ağzını bıçak açmayan bir adamken, oyunculuk sayesinde önce duyguları canlandırmayı, ardından kendi hislerine ses vermeyi öğreniyor. Daisy ise bir noktada Mercutio olarak dahil olduğu oyunda, hırçın tarafını törpüleyebileceği ve kendi kimliğini keşfedebileceği bir kaynak buluyor. Hatta hayatta onu mutlu edecek, ağabeyinin vefatından sonra her şeyin bitmediğini hissettirecek bir bağ ediniyor. Ancak evin annesi Sharon için durum daha bulanık. Buradan hareketle senaryoyu eleştirmek bile mümkün; çünkü Sharon’ın mutluluğu, büyük ölçüde ailesinin iyiliğine bağlı kılınmış. Kızını daha iyi görmek, eşinin yeniden toparlanıp aileye kol kanat germesine tanıklık etmek ve bu tiyatro topluluğuna bir çatı sunabilmek onun yüreğini titretiyor. Tipik bir anne portresi… Sonuçta, Mueller ailesi sanatın doğrudan ve dolaylı yollardan dokunduğu bir evrim sürecinden geçiyor. Hem de en insani yerlerinden bükülerek.
Finalde, filme adını veren bir yanılsama yer alıyor ki Ghostlight’ın bir hikâye olarak başardıklarının kompakt bir özeti gibi aslında. Mueller ailesinde birikmiş ve üst üste binmiş duygular tam da burada çözülüyor, biz de onlarla birlikte çözülüyoruz. Bu, gerçek hayatla hayallerin kesiştiği ve filmin tüm realist yaklaşımının dışına çıkan bir an aslında. Ancak anlatının gidişatında tam anlamıyla ihtiyaç duyulan bir dışavurum barındırıyor. Bu anı mümkün kılan ise tiyatro sahnesinin ta kendisi. Dan’e kucak açıyor, onu göğsüne yaslıyor ve gözyaşlarıyla ıslanmasına izin veriyor. Filmin bu kapanışı, sadece sanatın iyileştirici gücünü değil, aynı zamanda yaratıcı işlere sahip insanların ne kadar şanslı olduğunu da düşündürdü bana. Elbette hayatın içinde kalmak, gerçekliğe tutunmak önemli. Ancak hesaplaşmalarımızı, bizi habis arzulara sürükleyen ani gelişmelerden arındıracak; kendimizi, biraz arabesk de olsa kaderimizi affetmemizi sağlayacak sanat elinin teması da şart.