Eleştiri
Nickel Boys: Hafızanın Yükü Omuzlarda
![Nickel Boys](https://i0.wp.com/www.oscarboy.com/wp-content/uploads/2024/12/nickel-boys-2.jpg?resize=740%2C416)
Yönetmen: RaMell Ross | Oyuncular: Ethan Herisse, Brandon Wilson, Aunjanue Ellis-Taylor, Hamish Linklater, Fred Hechinger, Jimmie Fails | Senaryo: RaMell Ross, Joslyn Barnes (uyarlama), Colson Whitehead (roman) | ABD | 140′ | Drama
Pulitzer ödüllü Nickel Boys, Colson Whitehead’in uyarlamasını izlediğimiz ilk romanı değil. Son yılların en iyi Amerikan yazarlarından biri olarak görülen Whitehead’in imzasını taşıyan The Underground Railroad, Barry Jenkins tarafından göz kamaştırıcı bir adaptasyonla televizyona taşınmıştı. Ancak Oscar’ın En İyi Film kategorisinde de kendine yer bulan Nickel Boys, edebiyat dünyasında yarattığı sarsıcı etki düşünüldüğünde, kurmacayla zenginleştirdiği gerçek olaylara dayanan içeriğiyle ayrı bir önem taşıyor. 1960’lı yıllarda Florida’daki Dozier Okulu’nda yaşananları Nickel Akademisi adıyla günümüze taşıyan roman/film, ırkçılığın derin yaralarını gözler önüne seriyor. Ana karakterimiz Elwood, siyahlara ait bir üniversitede öğrenimine başlamak için yola çıktığında, yaptığı otostop sonucu çalıntı bir arabada buluyor kendini. Polis çevirmesiyle suçsuz olmasına rağmen tutuklanıyor ve gençlerin zorla çalıştırıldığı, potansiyellerinin harcandığı, istismar ve şiddetin kol gezdiği Nickel çukurunda hayatta kalmaya çalışıyor. Ancak filmin anlatım biçiminde çok önemli bir fark var: Empati kavramına yeni bir boyut kazandırmaya kararlı yönetmen/senarist RaMell Ross, hikâyeyi tamamen birinci şahıs bakış açısıyla aktarıyor. Kamerayı doğrudan Elwood’un gözlerine yerleştirerek, izleyiciyi onun dünyasını birebir deneyimlemeye zorluyor.
Hale County This Morning, This Evening (2018) adlı uzun metrajlı belgeselinde de yeni bir sinema dili yaratma çabasına girişen Ross, kendi içinde zaten fazlasıyla etkili olan Nickel Boys’a tercihleriyle bambaşka bir katman ekliyor. Seyirciyi ana karakterle bağ kurmaya âdeta mecbur bırakıyor. Zulmü ilk elden deneyim etmek yetmezmiş gibi, sınırlarını terk edemediğimiz bu boğucu arazide, korkuyla başımızı öne eğip saklanacak bir yer arıyoruz hep birlikte. Ross, sırf var olduğun, sadece kendin olduğun için yaşatılan utancı bir yere sığdırmaya çalışmıyor; aksine, onu doğrudan kucağımıza bırakıyor. Elwood ne hissediyorsa, bu yükü hep birlikte taşımamız gerektiğini söylüyor. Aktif empatinin önünü öyle cesurca açıyor ki, kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir akıntıda, duygularımıza erişme çabasıyla eğilip bükülüyoruz. Denenmemişe cesaret ederken, seyircisini hırpalamaktan da asla geri durmuyor.
Tam filmin ortasında, tıpkı romanda olduğu gibi, Ross kamerayı Elwood’dan alıp bu kâbusun içindeki tek yoldaşı Turner’a devrederek anlatıyı pekiştiriyor. Dibine kadar ırkçılıkla yoğrulmuş bir toplumun gölgesinde, içimize işleyen bir duygusal yolculuğa eşlik ediyoruz. Elwood’un çocukluk anıları kopuk da olsa birbirine bağlanırken, film bir selüloit hatıra defteri hâline geliyor ve hafızayla bir oyuna girişiyor. Her insan, belleğinde en parlak ve en karanlık anıları ayıklayarak saklar ya, Nickel Boys da Elwood’un zihninden yalnızca berrak olan yaşanmışlıkları çekip çıkarıyor. Bazen mutfakta duran bir sandalye, bazen büyükannesinin şefkatle hazırladığı bir tart dilimi, bazen de kaçınılmaz olanla yüzleşirken aldığı derin nefesler… Ross, işte bu anların parçalarını ustalıkla bir araya getirerek hafızanın doğasına dair etkileyici bir portre çiziyor.
Nickel Boys için büyülü bir sinema örneği demek yanlış olmaz. Öncelikle, Ross’un güçlü bir romanı uyarlarken benimsediği yenilikçi yaklaşım filmi benzerlerinden ayırıyor. Gerçek olaylara dayansa da, tamamen kurmacayla biçimlendirilmiş bir hikâyede alışılmışın dışında bir sinema dili kullanıyor olması, beraberinde bir tür yabancılaşma getirmiş elbette. Ancak Ross, bu yabancılaşmayı büyük toplumsal olaylardan toparladığı arşiv görüntüleriyle dengeliyor. Seyirciye sırtına yüklediği duygusal ağırlığın tamamını boşaltma fırsatı verdiği anlarda ise, film üretiminin sunduğu özgürlüğü sonuna kadar kullanan bir anlatıcı olarak devreye giriyor. Nickel Boys, Sivil Haklar Hareketi sırasında siyah Amerikalıların, kölelikten bu yana en büyük kayıpları verdiği gerçeğini tarihin arşivlenme biçimi üzerinden de eleştiriyor. Ross, şiddet sahnelerini grafik bir biçimde göstermektense, mevcut arşiv görüntülerine başvurduğunda bile yapmak zorunda kaldığı seçimlerle, kapalı kapılar ardında nelerin belgelenmediğini gözler önüne seriyor. Böylece hafızaya dair ikinci bir parantez açılmış oluyor: Tarihi belgeleyenlerin, toplumsal belleği nasıl manipüle ettiğini bir kez daha hatırlıyoruz.
Tüm bu sarsıcılığın temelinde, hissetmeye zorlandığımız bir gerçeklik yatıyor. Belki daha geleneksel bir anlatıda mesafeyi koruyarak karakterlerin yerine kendimizi koyabilir, onları anlamaya çalışabilirdik. Oysa burada, Ross’un tercihiyle en keskin ve doğrudan yoldan deneyimliyoruz her şeyi. Ancak esas yıkıcılık, çok da uzak olmayan bir geçmişte, jenerasyonlar boyunca haksız şiddete ve zalimliğe maruz kalmış insanların yalnızca bedenlerinin değil, kimliklerinin de silinişini böylesine derinden anlatabilmesinde saklı. Nickel Boys, bir ismin mirasının yaşatılmaya devam ettiği bir yerde son buluyor. Ama Elwood ve Turner, kurmaca karakterler dahi olsalar, yine de şanslılar. Çünkü gördükleri baskının, yalnızca bir hayal ürünü olarak anlatılamayacak kadar gerçek olduğu milyonların ahı, ağırlığı var kamerayı taşıyan omuzlarda.