Eleştiri
Bridget Jones: Mad About the Boy: Yastan Önce, Yastan Sonra

BRIDGET JONES: MAD ABOUT THE BOY (Bridget Jones: Onun İçin Çıldırıyor) | Yönetmen: Michael Morris | Oyuncular: Renée Zellweger, Chiwetel Ejiofor, Leo Woodall, Mila Jankovic, Casper Knopf, Hugh Grant, Emma Thompson, Jim Broadbent, Colin Firth, Gemma Jones, Josette Simon, Nico Parker, Leila Farzad, Sarah Solemani, Sally Phillips, Shirley Henderson, James Callis, Celia Imrie, Isla Fisher | Senaryo: Helen Fielding, Dan Mazer, Abi Morgan (uyarlama), Helen Fielding (roman) | Birleşik Krallık, Fransa, ABD | 125′ | Drama, Komedi, Romantik
Britanyalı yazar Helen Fielding’in yarattığı kurmaca karakter Bridget Jones’un yolculuğu, doksanlı yıllarda The Independent’ta yayımlanan bir köşe yazısı serisiyle başladı. Ardından, aynı dekatın ikinci yarısında Fielding, bu yazılardan yola çıkarak iki roman kaleme aldı. Hep birlikte, bu romanların uyarlamalarını 2001 ve 2004 yıllarında izledik. Renée Zellweger’ın kariyerinde bir dönüm noktası olan bu filmler, aynı zamanda romantik komedinin altın çağının son demlerine denk geliyordu. Britanyalılar, başta Richard Curtis’in imzasını taşıyan yapımlarla türü ayakta tutmaya çalışırken, otuzlarında ve yalnız olmaktan muzdarip Bridget Jones da benzer bir demografinin farklı bir damarına hitap ederek izleyicinin gönlünde taht kurdu. Fielding’in 14 yıl aradan sonra kaleme aldığı üçüncü romanı Mad About the Boy, ne hikmetse dördüncü kitap Bridget Jones’s Baby’den sonra uyarlandı. Ancak artık 55 yaşına gelen ve Hollywood’la inişli çıkışlı bir ilişkisi olsa da kariyerindeki direnci kanıtlayan Zellweger için bu hikâyeyi tam da şimdi canlandırmak oldukça yerinde bir karar olmuş. Çünkü Bridget Jones: Mad About the Boy, ikonik iç çamaşırları ve yumuşacık çoraplarıyla Britanya popüler kültür tarihinin önemli bir parçası hâline gelen bu karakteri, bir fenotip olmaktan çıkaran serideki ilk film olma özelliğini taşıyor.
Sex and the City ekibinin bugününü anlatan And Just Like That gibi modern zamanların belli bir yaştaki kadınlar üzerindeki etkilerini derinlemesine incelemese de, Mad About the Boy’da benzer bir yaş kabullenişi var. Bridget artık dünyaya orta yaşa has bir olgunlukla bakıyor. İki çocuğunun babası Mark Darcy’yi kaybetmiş olmanın yasını sığdırabileceği bir alan bile yaratabilmiş kendine. Çocuklarına kol kanat germeyi hayatının merkezine koyduğu için, kendine ayıracak vakti geç buluyor. Ama zamanı geldiğinde de gerekeni yapıyor. Önce iş hayatına geri dönüyor, ardından beklenmedik bir tesadüfle karşısına çıkan genç bir adamla ilişkiye başlıyor. O aşina gözler yılların getirdikleriyle bambaşka baksa da, yanaklarına yeniden can geliyor.
Filmin yönetmen koltuğunda To Leslie ile Andrea Riseborough’ya sürpriz bir Oscar adaylığı kazandıran Michael Morris oturuyor. Bir seriye ait olduğu için ticari bir ürün olarak da değerlendirilebilecek karakterini yer yer inanılması güç durumların içine düşürse de, bu kez mizahı buradan beslemeyen bir yaklaşım var. Sakar değil esprili, umutsuz romantik değil bilge ve mantıklı bir Bridget Jones izliyoruz. Film, nostalji faktörüne oynayan Hugh Grant ve tanıdık yüzlerle beklenileni verirken hikâyenin merkezine, yasla kavrulmuş ve neredeyse yeni sayılabilecek bir Bridget yerleştirerek cesur denemelere girişiyor. Darcy’den önce, Darcy’den sonra ve Darcysiz dönemlere bölünmüş hayatına yeni bir mutlu son yazma arayışı, her zamanki gibi yine keyifli. Yalnız burada Darcy haricinde, Bridget’ın babasını kaybetmiş olmasının da hayatının dengesine epey etki ettiği aşikar. Ömründe yer etmiş önemli erkek figürlerin yitip gitmesi sebep oluyor hissedilir yapısal reforma.
Bence Bridget Jones: Mad About the Boy’un en büyük hatası, Colin Firth ve Hugh Grant’le çok iyi işleyen romantik eş alternatifi matematiğini, Bridget’ın kimyasının tutmadığı karakterler ve oyuncularla farklı bir biçimde yeniden denemesi. Leo Woodall ve Chiwetel Ejiofor’un canlandırdığı karakterler, hikâyede farklı zamanlarda yer aldığı için hayatında benzer bir rekabet ortamı oluşmuyor. Filmin sunduğu tek gerçek fantezi Londra’nın güzel bir bölgesinde, hatırı sayılır büyüklükte bir eve sahip olmak zaten. Nancy Meyers usulü bir mobilya fetişine dönüşmese de, film romantik tarafında garip bir şekilde sınıfta kalıyor, bu iki erkek üzerinden hayallere dalmak pek mümkün olmuyor. Seks hayatındaki hareketliliğe seyirci olarak sevinmekle yetiniyoruz. Halbuki Bridget Jones serisinin izleyicisiyle kurduğu bağ, daha çok kendini Bridget’ın yerine koyma fikrine yaslanırdı. Bu sefer ise daha dostane, hatta mesafeli bir anlatım tercih edilmiş.
24 yıl önce sinemalara uğrayan Bridget Jones’s Diary ile kıyaslandığında, Mad About the Boy’un bambaşka hislere oynuyor olmasını eleştirmek pek mantıklı olmaz. Sonuçta biz büyürken Bridget da yerinde saymadı. Ancak veda busesi özelliği taşıyan film yalnızca hüzünle yetinince, özellikle de ikinci yarıda temposunu kaybedip yokuş aşağı giderken, hikâyeye tutunmak zorlaşıyor. Yoksa ne kahkahalar vaat eden Hugh Grant esprilerine ne de tüm bu Britanyalılığın içinde parıl parıl parlayan Emma Thompson’ı görmeye itirazım var. Keşke film, bu enerjiyi biraz daha dengeli kullanabilseydi.