Eleştiri
The Brutalist: Betondan Travma

THE BRUTALIST | Yönetmen: Brady Corbet | Oyuncular: Adrien Brody, Felicity Jones, Guy Pearce, Joe Alwyn, Raffey Cassidy, Stacy Martin, Alessandro Nivola, Emma Laird, Isaach de Bankolé, Michael Epp | Senaryo: Brady Corbet, Mona Fastvold | ABD, Birleşik Krallık, Kanada | 214′ | Drama
Oscar yarışına Venedik’te bir anda dahil olan The Brutalist, Filmekimi’ni es geçenler için belirsizliğe gömülmüş, Şubat ayındaki vizyon tarihiyle merak uyandıran bir yapım hâline gelmişti. Nihayet bekleyiş sona erdi. Oyunculuktan yönetmenliğe geçiştikten sonra hatırı sayılır bir hayran kitlesi edinen Brady Corbet’in önceki filmleri The Childhood of a Leader (2015) ve Vox Lux (2018) ile adı konmamış bir üçlemenin son halkası olarak görülen The Brutalist, yönetmenin toplumsal travmalara ve kültürel yapılar arasındaki organik bağa duyduğu ilgiyi sürdürüyor. Film, Macaristan doğumlu Yahudi bir mimar olan, kurgusal karakter László Tóth’un II. Dünya Savaşı sonrası Budapeşte’den Amerika’ya göç edişini takip ediyor. Gerçek bir biyografi gibi ele alınan bu hikâyede, ilk bölümde yeni dünyada var olma mücadelesine tanık olurken, “intermission” ile verilen aradan sonra ikinci bölümde Amerikan Rüyası mitinin karanlık yüzüyle karşılaşıyoruz. Tóth, büyük bir servet sahibi olan Harrison Van Buren’in himayesinde kendisini yine bir tür sömürünün içinde buluyor. Van Buren, ona fırsatlar sunsa da, onu hem fiziksel hem de ruhsal olarak tüketerek âdeta yaşarken öldürüyor. Bir noktadan sonra eşini ve yeğenini de yanına alan Tóth’un hayalleri, bir kez daha kabusa dönüşüyor; tarihin tarifsiz travmaları tekerrür ediyor.
Küçük bütçesine rağmen The Brutalist, her detayıyla heybetli bir film. László Tóth’un gerçek bir tarihi figür olmaması, bu görkemin etkisini en ufak bir şekilde bile azaltmıyor. Çünkü Tóth, ismen var olmasa da, hafıza kaybına uğramış nankör toplumların sömürdüğü sayısız insanı temsil ediyor. Brady Corbet’nin Amerikan bireyselciliğini vurgulayan görsel ve işitsel tercihleri, The Brutalist’i bütçesinden katbekat büyük bir film gibi hissettirmeyi başarmış. 70 mm VistaVision kamera ile elde edilen çarpıcı görüntüler ve Daniel Blumberg’in kulaklara ziyafet çektiren gürültülü besteleri, filmin kendi içinde ayrı birer karaktere dönüşmüş. Hem anlatının ayrılmaz bir parçası hem de Amerikan zihniyetinin tekillik saplantısının izdüşümleri olarak varlıklarını sürdürüyorlar filmde.
Brady Corbet’nin ne denli net bir vizyonla yola çıktığını kavramak zor değil. There Will Be Blood (2007) ile yapılan Paul Thomas Anderson karşılaştırmalarının asıl kaynağını, László Tóth’un sessizliğe gömülmüş ve zulmün parçası olmuş herkes için bir anıt mezarı andıran bina inşa ettiği anda daha iyi anlıyoruz. Üretenin, yarattığı eserler üzerinden acı çekmesi alışılmış bir fikir. Sanatın kim için olduğu tartışılırken, sanatçının kahır defterinde ahını kime yazdığı da her zaman sorgulanır. Ancak burada duyulan çığlığın bir dengi yok. Öylesine büyük bir acıyı temsil ediyor ki; yüksek tavanlı, küçük odalara sahip bu yapı, toplama kamplarının makro ölçekte bir karşılığına dönüşüyor. Bu da bize, savaşın sona ermesinin Yahudiler için mücadelenin bittiği anlamına gelmediğini hatırlatıyor. İşgalcilerin esas toprak sahipleri gibi davrandığı dev bir ekonomide, hem kendini yok etmeye programlanmış hem de sanatçı olmanın getirdiği egoyu aynı bedende taşıyan Tóth, istemeden sıfırdan başlayan hayatını, Van Buren Toplum Merkezi gibi yeniden inşa etmeye çalışıyor.
Roman hissiyatının hâkim olduğu filmde eleştiriye açık gördüğüm iki nokta var. Bunlardan ilki, Felicity Jones’un canlandırdığı karakterle ilgili. Adrien Brody’nin kariyer performansını sergilediği Tóth’un, kıtlık sebebiyle bacakları güçsüzleşmiş eşi, öykünün ikinci yarısında dahil oluyor. Burada, Tóth’un eşine yalnızca bir kurtuluş yolu olarak baktığını, onun eski dünyasına duyduğu özlemi giderecek bir araç hâline geldiğini çok net anlıyoruz. Ancak Erzsébet, figüran tadında, sıradan bir “destekleyici eş” değil. Kendi sesi, kendi görüşleri olan bir karakter olarak, Tóth’un kaçış noktası olarak gördüğü evliliklerinin de en az savaş ve soykırım kadar gerçek olduğunu hatırlatıyor. Ne var ki Jones’un zayıf performansı, bu güçlü karakteri taşımaya yetmemiş. The Brutalist’in belki de en kilit sahnelerinden birinde, kamerayla omuz hizasında oynayan Jones’un, bu duygusal yükü sırtlanıp sırtlanamadığından emin değilim.
Üzerine konuşulması gereken ikinci önemli nokta ise filmin hem en büyük gücü hem de en zayıf halkasına dönüşen tecavüz sahnesi. Ana karakterle bir olup safça uzatılan eli bir kez daha tuttuktan sonra, beyaz İtalyan mermerlerinden oluşan bir dağı ziyaret etmelerinin ertesi günü, Guy Pearce’ın canlandırdığı Van Buren, Tóth’u istismar ediyor. Burada sahnenin rahatsız edici bir grafik tarafı yok; Brady Corbet yaşanan çirkinliğin farkında. İsimler büyüdükçe, çektirilen azabın büyüdüğünün de… Ancak bir canavarın avını katletmesini, İngilizcede de karşılığı bulunan bir terimle ve bu biçimde anlatması, filmin sert/brutalist yapısıyla örtüşse de bir o kadar da çiğ hissettiriyor açıkçası. “Yalandan Amerikan rüyanızda, tek tip ve işleyen demiri ırkına, diline, dinine göre baş tacı eden kültürünüzde, bizim rızamızı almadan işlediğiniz günahların izi hiç silinmeyecek.” demeye getiriyor bir bakıma. Mesaj istenen yere ulaşıyor, evet, ama, bu betondan trajedide bile fazlasıyla acımasız bir metafor olarak işlev görüyor.
Sinemayla bağı kuvvetli bir izleyicinin The Brutalist’i sevmese bile takdir edecek taraflar bulacağına eminim. Bu, devasa bir gövde gösterisi. Hele ki sinemacı olarak rüştünü tam anlamıyla ispat ettiği söylenemeyecek bir ismin böylesine büyük bir yükün altına girmesi, takdire şayan. Temeli çürük kalabalıkların, tarihin eski ya da yeni tüm sayfalarında kendini bir şekilde tekrar ettiğini hatırlatırken, bu döngüyü tamamladığı yeri de bir o kadar sevdim. Tekerlekli sandalyedeki Tóth’un hakkının hâlâ tam olarak teslim edilmediği seksenlere geldiğimizde, sömürünün bir başka formu da yeğeni üzerinden yeniden hayat buluyor. Amcasının kelimelerini kullanan kadın, bir başkasının yarattıkları ve acıları üzerinden inşa ettiği enstalasyonla kendine bir pay çıkarıyor, adını cilalıyor. Yani, The Brutalist’in en başından beri verdiği o rahatsız edici his, tüm sular durulup merkezdeki aile kendi kabuğuna çekildiğinde bile kaybolmuyor. Brady Corbet, kapanışta dahi karanlığı seyircisinin kucağına bırakıyor.