Oscar 2012
Her Çarşamba Oscar Boy’da… “Oscar Sohbetleri”
Evet… Sizlere ta yaz aylarındayken yeni sezonda Oscar Boy sayfalarında pek çok yenilik olacağından bahsetmiştim. İşe küçük adımlarla başladık. Öncelikle içeriğimizi genişlettik ve televizyona da el attık. Ardından tasarımda bir değişikliğe gittik. Derken güncel filmlere iyice odaklanmaya başlayıp, iyi-kötü ayırt etmeyerek her türlü filmi eleştirdik. Şimdi de başka bir yenilikle karşınızdayım.
Biliyorsunuz ki her Salı günü TV Günlükleri yazı serisiyle karşınızda oluyorum. Anladığım kadarıyla bu haftalık listelerin de takipçisi çok. Her Çarşamba ise o hafta çıkmış, Oscar’da da adını duymamıza sebep olabilecek fragmanlara sahip filmleri koyuyorum Oscar Boy’a. Ama bundan sonra Haftanın Fragmanı, Pazartesi günleri karşınızda olacak. Çünkü Çarşamba günü için yepyeni bir geleneğimiz var. O da Oscar Sohbetleri.
Oscar Sohbetleri bugün itibariyle Her Çarşamba sizlerle olacak. Yarıştaki son durumdan bahsedip, biraz çene çalacağım. Hem böylece adım adım yarıştaki dinamikleri de takip edebileceksiniz. Geçtiğimiz senelerde son dakika gollerini ancak “Tahminler” sayfasından duyurabiliyordum. Şimdi ise Oscar Sohbetleri sayesinde o son dakika durumlarını duyurabileceğim, hem de sizinle olanı biteni tartışmak için bir platform oluşturmuş olacağız. Umuyorum ki sizler de katılımınızla bu yazı serisine katkıda bulunursunuz. 84. Akademi Ödülleri’ne kadar devam edecek olan bu geleneğimiz de tıpkı diğerleri gibi ilgi çeker diye umuyorum.
Başlamadan evvel Tahminler sayfasındaki yeniliğe de bir göz atın derim. Artık orası da haftalık olarak (törene yaklaştıkça birkaç günde bir) güncellenecek. Şimdi gelelim ilk Oscar Sohbetleri yazısına…
Uzun zamandır ilk kez bu yıl Oscar yarışı bir belirsizlik içerisinde ilerliyor. Bu benim internet üzerinden tahmin yaptığım dördüncü tören olacak ve Slumdog Millionaire‘in kazandığı yıl bile bu kadar büyük bir bilinmezlik olmadığını söyleyebilirim. Peki bunun sebebi ne? Açıkçası bilmiyorum. Herkes bu sene (2011) yarış çok zayıf filmler arasında ilerliyor diyor. Ama The Artist, Midnight in Paris, Martha Marcy May Marlene gibi filmleri izledikçe bu görüşe katılmadığımı fark ediyorum. Yarış hiç de güçsüz değil.
Tabi Oscar’a çamur atılmasının bir sebebi de kimin kazanacağını bilememeleri. Hatta kimin aday olacağını bile bilmiyoruz! En İyi Film kategorisine getirilen yeni sistem sebebiyle aday sayısının 5-10 arasında değişecek olması bile tahminciler arasında belli belirsiz bir gerginlik yarattı. Ben en başlarda bu kuralı çok beğenmiş olsam da artık çok büyük bir imkansızlık denizinde yüzdüğünü düşündüğümden pek hoşnut olamıyorum. 2009’da The Blind Side‘ın 10 aday olması sebebiyle En İyi Film kategorisine dahil olması hala tartışılmakta. Ama kim çıkıp da 2010’un 10 adayına The Blind Side‘a olduğu kadar kızabilir ki? The Social Network, 127 Hours, Black Swan, Toy Story 3, True Grit, Inception… Hepsi de çok çok iyi filmler idi. Bu sene işte En İyi Film’e aday olabilmek için ilk beş haricinde geriye kalanların birincilik oylarından en az %5’ini alması gerek. Şaka gibi…
Bu kuralın oylarken Akademi üyelerini daha çok düşünmeye itecek olması da var. Kimileri favorilerini sırf En İyi Film kategorisine taşıyabilmek için birincilik oylarını hiç beklemediğimiz filmlere verecek. O birinciliğin başka filmlere gitmesi de büyük favorilerin dışarıda kalmasına sebep olabilir. İş iyice kontrolden çıktı. Yani yeni oylama sisteminin tek güzel yanı Akademi üyelerini düşündürecek olması diyebiliriz. Gerçi adaylar açıklanana kadar bir iyilikden bahsetmek de pek mümkün değil.
Gelelim 2011’in En İyi Film’inin hangi film olabileceğine… Yarış vizyona girmiş / girmemiş, ön gösterim yapmış / yapmamış filmlere bakıldığında The Artist, The Descendants, Moneyball ve War Horse arasında gelişiyor. Midnight in Paris, The Tree of Life ve The Help gibi gizli favoriler de var ama hiçbirinin En İyi Film seçilemeyeceğinden eminiz.
The Artist Avrupalı bir yönetmen tarafından çekilmiş neşeli bir film olması sebebiyle (kısmen) Life is Beautiful‘a aynı kaderi paylaşabilir. Hatta bununla ilgili ilginç bir yazıyı IndieWire sitesinde de bulabilirsiniz. The Descendants‘ın en büyük kozu ise George Clooney. Söylenene bakılırsa Clooney kariyerinin en iyi performansını sergilemiş. Clooney haricinde filmin yönetmeninin Sideways ile hakkı yenmiş olan Alexander Payne olması da cabası.
Moneyball yılın en Amerikan filmi gibi gözüküyor. Gerçek bir hikaye, dünyaca ünlü bir aktör başrolde ve filmin konusu spor odaklı. Şansı oldukça yüksek. Awards Daily‘nin yazarı Sasha Stone‘a göre En İyi Film şimdilik Moneyball. Ve bir de War Horse var ki daha kimse bu filmi izlemedi. Spielberg‘in yeni filmi için yapılan tahminler filmi nereye taşıyacak bilinmez ama gösterime girmeden yorum yapmak doğru değil diye düşünüyorum.
Tüm bu En İyi Film karmaşası haricinde benim söylemek istediğim başka bir şey var aslında. Uzun zamandır eleştirilerime dahil etmek istiyorum ama bir türlü fırsat bulamadım. Galiba bu yazı en doğru yer olacak. En İyi Film ödülü gerçekten çok çok önemli bir ödül. Bunu Oscar için söylemiyorum. Filmleri ödüllendiren herhangi bir törende En İyi Film’in o tören içerisinde verilebilecek en mühim ödül olduğunun hepimiz farkındayız galiba. O yüzden olaya lütfen daha geniş bir boyuttan bakın. Burada favori yönetmeninizin kafa karıştıran son filmi ya da en sevdiğiniz aktrisin döktürdüğü iş olarak değil daha derin anlamlar içeren bir ödül var.
Bugüne kadar yaptığım oylamalarda ve tabi yazdığım yazıların altında dönen yorumlarda şunu fark ettim. Herkesin bir filme olan fanatizmi var. Ama bu fanatizm genelde tek kişi odaklı ve filmden çok bir oyuncuya ya da yönetmene sırtını dayıyor. Daha geniş bir çerçeveden bakmanızı istememin sebebi filmlerin bir kategorideki başlıca başarısı için değil, genel başarısı için ödül verebilmek. Mesela bana göre Inception asla En İyi Film olamaz. Neden? Harika bir senaryo, muhteşem bir kurgu, akıl almaz bir görüntü yönetmenliği, insanı kıskandıran bir Christopher Nolan bakışı… Ama sıfır oyunculuk. Şimdi Ellen Page, Ken Watanabe, Cillian Murphy gibi filmde sadece varlıkları bulunan ama kıllarını kıpırdatmayanlara karşılık bana Marion Cotillard‘ın yarattığı femme fatale karakterden bahsetmeyeceksiniz umarım.
Ben geçen sene Black Swan‘ı En İyi Film olarak seçmiştim. Şimdi düşününce The Social Network‘ün de çok çok iyi bir alternatif olduğunu düşünüyorum. Nedenine gelirsek… Belki Eisenberg yılın en iyi erkek oyuncusu olmayabilir. Ya da kurgu, müzik gibi konularda tek bir kategori içerisinde The Social Network‘den daha iyi işler bulabilirsiniz. Lakin genel olarak baktığımızda Fincher‘ın filmi standartların üzerinde seyreden bir filmdi. Yılın kendini iyi hisset filmi değil, yılın sade ve sadece “iyi” filmiydi.
Bu yıl da yavaş yavaş filmler gösterime girdikçe ve sizler de izledikçe fikirleriniz şekillenecek. Ben en azından ödül sezonunda oy veren insanlarla ortak bir paydada buluşabilmek için bu söylediklerimi aklınızda bulundurmanızı istemiyorum. Tabiki de her fikre saygım var. Yani şimdi birisi çıkıp Ashton Kutcher gelmiş geçmiş en iyi oyuncudur da diyebilir, tıpkı benim The White Ribbon‘ı yerin dibine batırdığım gibi. Ama düşünün. İyi düşünün.
Müge Dörtok
26 Ekim 2011 at 14:22
Bence, bu yılın En İyi Filmi Moneyball olur. Nedeni ise gerçek bir hikaye üzerine olması ve spor konusunu işlemeleri.
Müjdat Çetin
26 Ekim 2011 at 15:10
Moneyball belki en iyi film seçilebilir ama midnight in paris,tinker tailor soldier spy,drive,j.edgar,the artist,shame,the ides of march ve hatta carnage bu yılın çok verimli bir yıl olduğunun göstergesidir bence.
meridyen
26 Ekim 2011 at 16:41
Gittikçe daha güzel bi bloga dönüşüyor burası, iyice bağımlınız olduk 🙂
Umut
27 Ekim 2011 at 08:48
Öncelikle blog çok daha iyi yerlere gelecektir, buna eminim. Film konusunda ise bu senenin verimsiz, filmlerin vasat olduğuna asla katılmıyorum. Aksine çok sayıda güzel filmin önümüzdeki 4-5 ay içerisinde görücüye çıkacağını düşünürsek, son yılların en güzel yarışlarından biri bizi bekliyor olabilir.
Henüz sadece birkaçını izlemiş olsam da, Tinker, Tailor Soldier Spy, J.Edgar, Drive, Girl with the Dragon Tattoo, The Descandents, Carnage, A Dangerous Method, Extremely loud & Incredibly close ve War Horse gibi filmler beni heyecanlandırıyor. Ancak The Artist, Moneyball, Contagion listemde değil üzgünüm. Moneyball nedense bana “Any Given Sunday+The Fighter”ı hatırlatıyor… Dolayısıyla soğuyorum.
Umarım IndieWire yanılır ve son yıllarda ilk kez bu kadar çok güzel filmi bir arada orada görürüz.
Pingback: Just Go With It Movie Review | Movie Star News As It Happens