Oscar Boy Özel

2012’nin En İyi 20 Kadın Oyuncu Performansı

Yayınlandı

on

Bu yıl 2012’yi uğurlamaya pek hevesli değilim. O yüzden de Readers’ Choice Ödülleri’nin sonuçları açıklanana kadar, ve tabii Oscar Boy Ödülleri’nin de, sizlere üç farklı liste sunacağım. Tamamen kendi kişisel fikirlerimden oluşan listeler bunlar. 2012’nin En İyi 20 Kadın Oyuncu Performansı, 2012’nin En İyi 20 Erkek Oyuncu Performansı ve 2012’nin En İyi 50 filmi. Umuyorum fikir ayrılıkları yaşasak bile, 2012 değerlendirmeleri hoşunuza gider. Sıralamaya başlamadan evvel son olarak, performansları başrol ya da yardımcı olarak ayırmadığımı da ekleyeyim. Geçtiğimiz yılı uğurlamak için startı verelim o zaman. Hadi bakalım.

#20: HELEN HUNT, The Sessions

90’lı yıllarda Mad About You ile hayatımıza giren, ardından As Good As It Gets, Cast Away ve What Women Want ile bir dönemin aranan yüzlerinden olmuştu Helen Hunt. 2007’de Then She Found Me ile yönetmenlik hevesini alırken kendisiyle hasret giderme şansı yakalamıştık. Ama yüzündeki botokslara rağmen, gözyaşlarıyla bizi perişan eden uzun zaman sonraki ilk iyi performansını izledik bu yıl. Hunt, Cheryl karakterini canlandırırken sadece fiziksel değil, duygusal olarak da tamamen soyunup karşımıza çıktı. Filmin finalinde akıttığı gözyaşları bizim gözyaşlarımız, iş etiğini bir kenara bırakıp hastasıyla hissettiği yakınlık bizim yakınlığımız oldu. En önemlisi Hunt beyazperdenin diğer tarafından bile tüm samimiyetiyle kalbimize dokunmayı başardı.

#19: SHIRLEY MACLAINE, Bernie

Shirley MacLaine’i ne kadar zamandır iyi bir filmde izlemiyoruz bilemiyorum. Downton Abbey’ye bile konuk olmasına rağmen beklentilerimizi karşılayamadı. Ama Richard Linklater’ın sürprizli filmi Bernie’nin huysuz dulu Marjorie Nugent olarak yılın unutulmaz performanslarından birine imza attı. MacLaine’e hayran olmayan da yoktur sanıyorum dünyada. The Apartment’dan Steel Magnolias’a, Terms of Endearment’dan Postcards from the Edge’e kadar olağanüstü bir kariyer. Bernie’deki çalışması çok gösterişli olmasa da yılın en akılda kalan performanslarından biri olmayı başarıyor.

#18: RACHEL WEISZ, The Deep Blue Sea

Terence Davies’in depresyonun egemenliğini sürdürdüğü bir atmosferde çektiği film, Rachel Weisz’a birkaç önemli eleştirmen grubundan ödül getirmeyi başardı biliyorsunuz. Ayrıca Weisz bu ödüllere, bir de Altın Küre adaylığı ekledi. The Deep Blue Sea akıcı olmaması sebebiyle hepimizin eleştiri oklarına maruz kalsa da kimse Rachel Weisz’ın performansına laf söylemez diye düşünüyorum. Oscar’lı aktris canlandırdığı Hester karakterinin kendi duygusal buhranlarını ve içsel çatışmalarına öylesine güçlü bir şekilde yansıtmış ki bizlere, karşı koymak mümkün değil.

#17: EMILY BLUNT, Your Sister’s Sister

İzlenmemesin, konuşulmamasını hiç anlayamadığım filmlerden biri Your Sister’s Sister. Çok da önemli iki performansı barındırdığını düşünüyorum bu mütevazı bağımsızın. The Devil Wears Prada’da da komedideki başarısıyla alkışı toplayan, The Young Victoria’da koca bir filmi sırtında taşıyan Blunt, bu sefer hissettiklerini kendine saklayan bambaşka bir kadın olarak karşımıza çıkıyor. Hiç kuşkusuz da kariyerinin en iyi performanslarından birine imza atıyor. Iris’in, belki kelimenin tam anlamıyla olmasa da, katilken maktule dönüşüşüne bu kadar içten bir yorum getirecek kaç aktris vardır bilemiyorum.

#16: MERYL STREEP, Hope Springs

Meryl Streep, adı söylendikten sonra üstümüzü başımızı düzelttiğimiz, saygı duyduğumuz aktrislerden biri. The Iron Lady ile olan zaferini hiç desteklemediğim için eleştirildim ama Meryl’ın Hope Springs gibi işleri varken The Iron Lady’yi neden bu kadar konuştuğumuzu hiç anlayamayacağım. Sezonun hak ettiği değeri görmediğini düşündüğüm filmlerinden biri olan Hope Springs’de bu sefer Meryl’ı hayattan ve evliliğinden beklentilerini yitirmiş bir kadın olarak izliyoruz. Tabii kafada yine aynı sorular… Meryl Streep rolünü yaşamayı nasıl bu kadar iyi becerebiliyor? Acaba Kay’in geçtiği yollarda o da mı yürüdü? Ve neden bu filmden kat kat kötü olan Julie & Julia’yı konuştuk da Hope Springs’i es geçtik?

#15: NESLİHAN ATAGÜL, Araf

Çok Türk filmi izlemediğimi daha dünki Kelebeğin Rüyası yazımda söylemiştim. Ama iyi ki de Araf’ı izlemişim, çünkü izlemeseydim yılın en iyi kadın oyuncu performanslarından birini izlememiş olacaktım. Yaprak Dökümü’nde senaryo sebebiyle seyirciye gözlerini devirten bir karakteri canlandırmıştı Neslihan Atagül. Araf’da ise koca filmi tek başına sırtında taşıyor. Umut vaat eden genç oyuncularından konuşuyorsak eğer, bence Neslihan Atagül’ün geleceğin yıldızı olmaya aday. Ya da yıldız olmasın, kimselerle paylaşmayalım. Zehra gibi karakterler canlandırıp birilerinin sesini duyurmasına yardım etsin, beyazperdede hepimizi büyülesin.

#14: QUVENZHANE WALLIS, Beasts of the Southern Wild

Ekran dışı kişiliğini pek sevemediğim ve küçük bir çocuğu sevmediğim için bunu söylemekten de pek çekinmediğim Quvenzhane Wallis’in Beasts of the Southern Wild’da nasıl harikalar yarattığından bahsetmeme gerek yoktur umarım. Düşünürseniz aldığı Oscar adaylığı çok da tesadüfi değil. Malum bu oyları sıradan izleyici değil, bu işi yapan insanlar veriyor. Filmekimi’nde izleme şansı elde ettiğim filmde yine bir aktrisin, ama bu sefer küçücük bir kızın filmi alıp götürüşüne şahit oldum. Hushpuppy’nin cesaretini de, dikbaşlılığına da, korkularını da usta bir oyuncuymuşçasına beyazperdeye taşımıştı Wallis. Ve görünen o ki kendinden konuşturmaya da uzunca bir süre devam edecek. Steve McQueen’in yeni filmi ve Annie’nin sinema uyarlamasında da izleyecekmişiz kendilerini.

#13: MELANIE LYNSKEY, Hello I Must Be Going

Görmezden gelinen bir başka bağımsız daha! Amerikan bağımsızlarının kraliçesi Catherine Keener ise prensesi de Melanie Lynskey oluyor sanıyorum. Herkesin simasını bildiği, ama adını asla ezberlemediği bir aktris o. Biliyorum bir gün o da Melissa Leo gibi büyük çıkışını yakalayıp Oscar alacak. Çünkü bu yeteneğe, bu potansiyele sahip bir aktris. Ama her geçen yıl ilerleyen yaşı beni korkutuyor. Bu sefer yeni boşanmış, kafasındaki soruları cevaplamak yerine sorulardan kaçmayı tercih eden, yetişkin ama bir süreliğine çocuk bir kadın olarak izliyoruz Lynskey’yi. Doğallığıyla etkilemeyi, tren kazasına dönüşmüş hayatına rağmen ilginizi çekmeyi yine başarıyor. Biri artık şu kadına başrol verebilir mi lütfen?

#12: EMMANUELLE RIVA, Amour

Amour’a dair sevdiğim tek şey Emmanuelle Riva’ydı sanırım. Haneke sinemasına dair en sevdiğim şey de bu olabilir. Oyuncularını yönetmeyi iyi bilen, doğru anı ve performansı yakalayabilen bir yönetmen Haneke. Riva’nın Anne portresi ise çarpıcı olduğu kadar rahatsız edici aslında. Bir yandan merhamet duygularınızı ele geçirirken, diğer yandan da hak ettiği sona ulaştırdığını düşünüyor. Anne’in hastalığının getirdiği yükümlülükler tüm olmazlarını bir bir parçalarken, istediğiniz olduğunda da mendillerinizi çıkarıp gözlerinizin yaşını silmenize sebep oluyor.

#11: SALLY FIELD, Lincoln

“Sally Field’ı kim sevmez?” demiştim daha önce. Yine aynı şeyi söyleyeceğim sanırım. Kaç aktris, tarihin en tahammülü güç, en dengesiz kadınlarından birine can verir de karakterinin kötü taraflarını değil de sadece iyilerine odaklanmamızı sağlayabilir? Mesela ben Mary Todd Lincoln’ın Abraham Lincoln’ı sıkıştırdığı anlardan çok oğlu için acı çektiği, savaş verdiği, eşinin başarılarına heyecanlandığı anları hatırlamayı tercih ediyorum. Başka bir yıl olsaydı, ödülü kolaylıkla alabilirdi diye düşünüyorum efsanevi aktris. 2 Oscar’ının yanına bir tane daha eklese, kimse de sesini çıkarıp “Hak etmiyor.” demez zaten.

#10: ROSEMARIE DEWITT, Your Sister’s Sister

Rosemarie DeWitt’in hakkı daha önce öyle büyük bir şekilde yendi ki Your Sister’s Sister ile tamamen görmezden gelinmesini hiç konuşmuyorum. Hiç unutmuyorum, Rachel Getting Married’ı izlediğimde onunla ilgili her şeyi araştırmaya başlamıştım. Ardından Mad Men ve United States of Tara ile özlem duymamı engelledi. Lakin sanıyorum Rachel Getting Married’dan beri ilk kez bu kadar iyiydi DeWitt. Sebep olduğu isyanlara ve tüm kusurlarına rağmen sevdirdi karakterini. Sanki yazının başından beri her aktris için aynı şeyi söylemiş gibi hissediyorum, ama yine çok doğal, çok samimi bir performanstı DeWitt’in Hannah’sı da. Ki zaten abartıdan uzak olan her oyuncuya ne kadar hayran olduğumu tekrar hatırlatmama gerek yok sanıyorum.

#9: NAOMI WATTS, The Impossible

Oscar’da gösterildiği için çok mutlu olduğum bir sahnesi var Naomi Watts’ın. Tsunami sonrası birkaç yerli tarafından bulunup hastaneye götürülmek üzere bir yere taşınıyor Naomi Watts’ın karakteri Maria. Yol boyunca çektiği fiziksel acıyı iliklerimize kadar hissediyoruz. Ne kadar harika bir aktris olduğunu tam hatırlamışken, bunun üzerine bölgedeki kadınların ona yardım ettiği, kıyafetler giydirdikleri bir sahne var. İşte tam orada Watts, “Teşekkür ederim.” cümleleriyle kalbimizi parçalıyor. Çektiği acı, yaşadığı şok ağzından çıkan iki kelimeyle somutlaşıyor adeta. Kanımız donuyor. O dakikadan sonra da Watts’ı değil, en kötü halinde bile ailesini düşünen bir anneyi izlemeye başlıyoruz. Maria içimizden biri, perdeye uzattığımız yardım elinin sebebi oluyor.

#8: JESSICA CHASTAIN, Zero Dark Thirty

Yılın en çok tartışılan filmlerinden biri oldu Zero Dark Thirty. Artık gelen negatif yorumlarla ilgili diyecek tek bir sözüm, harcamak istediğim zamanım kalmadı. Geçtiğimiz yıl The Help, The Tree of Life ve sayısız filmle gönlümüzü fetheden Chastain’in performansı da en az film kadar tartışıldı. Yine mevzu abartı mevzusuna geliyor sanıyorum. Ben Chastain’in gösterişsiz performansını karakterinin doğasına bağlayarak yorumluyorum. Hissettiği hırs haricinde dünyevi duygulardan arınmış, hayat amacını yerine getirdiği anda bile ne hissettiğini bilemeyecek kadar yabancı bir kadın. Filmin son sahnesindeki anti kahraman portesi de tamamen bundan sebepli aslında. Koca bir ulusun intikamını alan kadın, kalabalıklar içerisinde yalnızlığı yaşıyor. Koca bir uçakta, tek başına.

#7: NICOLE KIDMAN, The Paperboy

Bir başka tartışmalı film daha. Lee Daniels’ın Precious’dan sonraki ilk işi olan The Paperboy, Macy Gray ve Matthew McConaughey’nin akılda kalan performanslarını da içeriyor belki ama aklımızda kalan en önemli ismin Nicole Kidman olduğuna şüphe yok. Çünkü Hollywood kraliyetinin seçkin yüzü olan Kidman, ekran dışı kimliğiyle en ufak bir ortak noktasını bulamadığımız, ucuz, bambaşka bir kadına hayat veriyor. Üstelik bunu yaparken de Tom Cruise’la olan manşetlere konu olmuş evliliğini, anlamsız tartışmalara sebep olan botokslarını ve adının geçtiği pek çok filmi tamamen unutturuyor. Kısacası bakmaya kıyamadığımız divamız, kraliçemiz beyazperdede bambaşka bir kadına bürünüp, asıl kimliğini hafızalarımızdan siliyor. Bize de bu durumda ancak alkışlamak düşüyor.

#6: MICHELLE WILLIAMS, Take This Waltz

Kendi jenerasyonunun en iyi aktrisi olduğunu düşündüğüm Michelle Williams, Blue Valentine ve My Week with Marilyn’deki efsanevi performanslarından sonra, bir kez daha olağanüstü bir oyunculukla karşımıza çıkıyor. Take This Waltz’un Margot’su da seyirciye kendisinden nefret edilmesini ya da kendisine acınılmasını söylemeyen, her şeyi seyircisine bırakan bir başka kadın. Öyle ki içsel çatışmasının gerçekçiliğini, kocasıyla olan eşsiz bağı ve komşusuna karşı hissettiği inanılmaz çekimi onun yerine karşılaştırırken fark ediyorsunuz. Ve zannediyorum bu yıl sinemada bu kadar empati kurduğumuz bir başka karaktere de rastlamadık. Bu başarıya Michelle Williams’a biçmemde de bir sorun yoktur umarım.

#5: MARION COTILLARD, Rust & Bone

The Dark Knight Rises’da Altın Ahududu hak eden rezalet performansından sonra “Marion Cotillard’a ne oldu?” diye sorgularken izledim Rust & Bone’u ve tüm sorunun serinin ağırlığı altında ezilen Christopher Nolan’da olduğunu fark ettim. Cotillard’ın Rust & Bone’daki Stephanie’sine gelecek olursak, bence tek bir sahne her şeyi açıklamaya yetiyor. Kazadan sonra Stephanie’nin çalıştığı yere geri dönüp balinalara direktif verirkenki hissettiği tutku… Bu yıl içerisinde zannediyorum bu kadar duygu yüklü, ağlayıp zırlatmak yerine tüylerinizi diken diken ederek koltuğunuzda dikleşmenize sebep olacak kadar kuvvetli, hislerinize provokatif bir yaklaşımı olan başka bir şey izlemedik. Bu da listemde beşinci sırada olması için yeterli bir sebep.

#4: ALICIA VIKANDER, Anna Karenina ve A Royal Affair

2012’nin keşfini merak edenlere, tek cevabım var: Alicia Vikander. Anna Karenina’da hayran kaldım kendisine öncelikle. Herkes dans sahnesinin estetiğinden konuşuyor; ama benim aklımda Vronsky ile Anna’yı bir arada izlerken kendini kaybeden, umutlarını yitiren, kolu kanadı kırılmış kız var. A Royal Affair’da hapis hissi veren evliliğinden kaçmak için, yasak bahçelerde yürüyen, bir nevi Anna Kareninacılık oynayan karakterindeki başarısını da unutmayalım. Bence İsveç asıllı aktrisi daha çok konuşacağız gelecek yıllarda. Ki önümüzdeki yıllarda izleyeceğimiz filmleri de heyecanlanmamız için geçerli sebepler içeriyor zaten.

#3: ANN DOWD, Compliance

Yine Filmekimi’nden kalma bir yapım. Sanıyorum ilk gösterimimdi film ve okuduğum tüm eleştirilerde Ann Dowd’ın ödül sezonundaki ihtimallerinden bahsediliyordu. 20’yi aşkın yıldır sektörde olan aktrisin adını sanını bilerek izlediğim ilk film Compliance. Herkes filmin gerçekçi olduğu kadar inanılması güç olduğundan bahsediyor malum. Herkesin hemfikir olduğu bir başka konu ise Ann Dowd’ın filmi yukarıya taşıyan isim olduğu. Tipik bir cahil Amerikalı aslında Sandra. Daha önce herhangi bir komedi filminde karşılaştığınız, aşırı karikatürize edilmiş, orta yaşlı Amerikalı kadınlarla aynı özelliklere sahip. Ama Sandra’nın farkı Ann Dowd tarafından canlandırılmış olması. Aslında gerçek ama inanmak istemediğiniz hikayeyi ete kemiğe büründürmesi. Ayakta alkışlamalık, unutulmaması gereken bir performans. Hala izlemeyenlere duyurulur!

#2: ANNE HATHAWAY, Les Miserables

Listemin ilk ikisinin de Oscar almış olması biraz garip durdu tabii. Ama bu listenin ödüller dağıtılmadan çok önce yapıldığının garantisini verebilirim. En azından yarın erkek oyuncuları sıraladığımda Oscar’ın etkisiyle pek alakam olmadığını anlarsınız. Anne Hathaway’e gelecek olursak… Filmde sadece 4 sahnesi var aslında Hathaway’in. Önce fabrikada çalışma arkadaşları yüzünden işe atılıyor ve çocuğu olduğunu bağırırken canımızı acıtıyor. Ardından da sokağa düştüğü, “I Dreamed a Dream”e kadar bağlanan o uzun kısım var. Günden güne eriyen Fantine’i izlerken kanınız donuyor, finalde beyazlarla belirirken bir melek izlenimi yaratıyor; ama herkes “I Dreamed a Dream”i söylediği kısmın en iyisi olduğuna katılıyor sanıyorum. Eddie Redmayne’in de röpörtajında söylediği gibi, aslında söylediği şarkıyı hepimizi biliyoruz ama Anne izleyenine yaşattığı duygularla söylediği her cümleyi, her kelimeyi dinlememizi sağlıyor. Tarihe geçecek bir performans.

#1: JENNIFER LAWRENCE, Silver Linings Playbook

Her Oscar alan aktrisin başına geldiği gibi, aylar önce herkesin favorisi olan Jennifer Lawrence son günlerde bir anda istenmeyen zafere dönüştü. Ama kimin umrunda? Kimsenin. Çünkü genç aktris Oscar’ına çoktan ulaştı. Son yılların en iyi romantik komedisi olan Silver Linings Playbook’daki Jennifer Lawrence, bu yılın en çok yönlü performansına imza atıyor. Kocasının ölümünden sonra önüne gelenle yatmaya başlayan Tiffany aynı zamanda hem çılgın, hem çekilmez, hem gaddar, hem seksi, hem hüzünlü, hem depresif olmayı başarıyor. Ki bunlar da Lawrence’a ödül getiren, bu yılın en iyi performansı olmasını sağlayan şeyler. Tek bir sahnesi yok aklımda kalan. Pat’le gittiği yemek, ablasının evinde karakteriyle ilk kez tanıştığımız sahneler, Pat’in babasıyla tartıştığı kısım ve tabii o unutulmaz final anı. Yılın en iyi filmlerinden Silver Linings Playbook’un her izleyişte farklı bir tadını yakaladığınız karakterini canlandıran Jennifer Lawrence kısacası 2012’de benim için en iyi kadın oyuncu performansıydı.

Şimdilik bu kadar hanımlar beyler. Yarın erkek oyuncuları sıraladığım listemde görüşürüz.

0 Comments

  1. Metin

    27 Şubat 2013 at 16:15

    Güzel liste. Ben bu kadar kadın oyuncu performansı olduğunu düşünmezdim.

    Bir de 86. Oscar törenleri için hemen kadın oyuncu isimleri sıralanmaya başlamış; Prenses Diana’yı canlandıran Naomi Watts ve Grace Kelly’i canlandıran Nicole Kidman’ın yanı sıra Meryl Streep’in de yeniden oscar için asılacağı söyleniyor. Umarım gerçekliği yoktur. Kadının hırsı beni tüketti resmen.

    • Umur Çağın Taş

      27 Şubat 2013 at 16:16

      Onun için de ayrı bir derleme yazıyorum. Yakın zamanda gelecek.

  2. Erşah

    27 Şubat 2013 at 19:00

    Emmanuel Riva ve Amour yalakalığı yapmak için “deli rolü oynayana da oscar mı verirler yeaa” diyenler bile çıkmıştı. Şimdi karakter eleştiren diye bir tür de çıktı, hadi hayırlısı. Neyse ki ödülünü aldı, Emmanuel’cilerin nazarı da değdi kıza tökezledi yazık.

    Dupa Dealuri’nin iki başrol oyuncusu da çok iyiydi bence.

  3. Pingback: Oscar Boy’dan 2012′nin En İyi 50 Filmi: #50 – 41 | Oscar Boy

Yorum yazın...Cevabı iptal et

Exit mobile version