Oscar Boy Özel

2012’nin En İyi 20 Erkek Oyuncu Performansı

Yayınlandı

on

Kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bu sefer sırada 2012’nin En İyi 20 Erkek Oyuncu Performansı var. 2012 yazılarımın devamı da gelecek, merakta kalmayın.

#20: DANIEL DAY-LEWIS, Lincoln

Yaşayan en iyi aktörlerden biri olarak kabul edilen Daniel Day-Lewis’in performansı, belki Akademi kadar ilgimi çekmedi; ama Day-Lewis’in her filminde bambaşka bir adam olarak karşımıza çıkışı es geçilecek gibi değil. Benim Day-Lewis’in Lincoln’daki performansıyla olan en büyük sıkıntım, tüm haşmetinin yanında oyunculuk yaptığını unutturamaması. Belki de bu yüzden ilk beşimde değil En İyi Erkek Oyuncu listemde. Yine de 2012’yi Day-Lewis’in adını anmadan geçmek istemedim. Hem kim ekran dışı kimliğinin kadın ya da erkek, herhangi bir izleyiciyi baştan çıkarmadığını iddia edebilir ki?

#19: JACK BLACK, Bernie

Komedide iyi olan oyuncuların dramada başarılı olması hep büyük şaşkınlıkla karşılanıyor malum. Yalnız Jack Black’in Bernie’deki rolünü bu gruba dahil etmek pek mantıklı değil sanırım. Çünkü oynadığı karakterin biraz olsun karikatürize edildiği su götürmez bir gerçek. Richard Linklater’ın hak ettiği değeri görmediğini düşündüğüm filmi konusunu hiç okumadan izlemediğim için, Bernie’deki sürprizler benim epey hoşuma gitmişti. Sanırım filmi böyle izleyince de tıpkı bölge halkı gibi Bernie’nin suç işlediğine inanmak istemiyorsunuz. Bunun tek sebebi de Jack Black’in şahane performansı. Mizahi kimliğine pek hayran olmadığım aktör, Tenacious D haricinde de var olabileceğine kanıtlamış, ki listemde yer almasının temelinde de Black’in bu “sürpriz” faktörü yatıyor.

#18: EZRA MILLER, The Perks of Being a Wallflower

Geçtiğimiz yıl Tilda Swinton, Oscar’a aday olamayınca epey üzülmüştüm. Yalnız şahane aktrisin yanında Ezra Miller da resmen güme gitti. Bu yıl The Perks of Being a Wallflower’ın kendiyle barışık, ergenlik ikilemlerinde karakterini bulmuş Patrick’i olarak izledik Miller’ı. We Need to Talk About Kevin’daki karakteriyle taban tabana zıt biri olarak da ayakta durabilen Miller, yılın en içten filminde unutulmaz bir performans sergiliyor. Seçtiği roller arasındaki kontrast geleceğin parlak aktörlerinden biri olduğunun en büyük göstergesi. Ayrıca oldukça dramatik sayılabilecek bir yapımın, rahatlama noktası olarak, hep ilgiyi çalarak nüanslı esprileriyle bir an olsun yalnız bırakmıyor bizi. Neyse ki eleştirmen grupları kendisine es geçmeyerek, biraz olsun ödül sezonuna dahil etti Miller’ı. Buna da şükür.

#17: JOHN HAWKES, The Sessions

Winter’s Bone ile ilk kez Oscar’a aday olduğunda The Social Network beylerinin hakkını yediğini düşünerek John Hawkes’a epey tepkili yaklaşmıştım. Bu yıl Lincoln’da da izleme şansı elde ettiğimiz aktör, The Sessions’da Winter’s Bone’un boy ölçüşemeyeceği bir iş çıkartıyor. Yattığı yerden karakterinin içerisinde barındırdığı mizahı, kaygıları, hüzünleri ve ifadesi güç naifliği bu kadar iyi yansıtabilecek bir başka aktör var mıdır bilemiyorum. The Sessions’da Helen Hunt’la karşı karşıya geldiği anlarda Hawkes bizi hapsolduğu bedende var olma çabasını sürdüren, şair Mark olduğuna öylesine inandırıyor ki rolü için göze aldığı fiziksel değişimle filmi bir tık daha yukarıya taşıyor.

#16: PHILIP SEYMOUR HOFFMAN, The Master

Çok sevdiğim yönetmen Paul Thomas Anderson’ın uzun süredir beklediğim, ama izledikten sonra ufak çaplı hayal kırıklığına uğradığım The Master’ı geveze bir film olduğu kadar birbirinden şahane iki performansı içermesi sebebiyle de çok konuşuldu. Joaquin Phoenix’e birazdan geleceğiz; ama öncesinde Lancaster Dodd’a hayat veren Hoffman’dan bahsedelim. Filmin en ilgi çekici karakterini, doğaüstü olduğuna inandığım oyunculuk yeteneğiyle yaşatan Hoffman, bir kez daha ne denli iyi bir aktör olduğunu hatırlattı bizlere. Yer aldığı en kötü filmde bile performansıyla büyüleyen ünlü aktörün, Paul Thomas Anderson’la yıllar sonra tekrar buluşunca bu denli yükselmesine şaşırmamak lazım. Manyetik gibi bir etkisi olan, ama içten içe yanlışlarla dolu olduğunu bildiğiniz bir karakteri bu denli ilgi çekici kılabilen bir aktörü alkışlamaktan başka bir şey düşmez bize.

#15: JUDE LAW, Anna Karenina

Kendi jenerasyonunun en orijinal aktörlerinden biri olduğunu düşünüyorum Jude Law’un. Çünkü fiziksel avantajlarına rağmen hala karakter oyuncusu olma çabası takdir edilmeyecek gibi değil. Böyle bir aktörden bu kadar rol çeşitliliği beklenmez normalde. Lakin Law’un çizgisine o kadar alıştık ki artık onu bambaşka adamların bedeninde izlemek hoşumuza gidiyor. Anna Karenina’da da bence filmin açık ara en iyi performanslarından birine imza atmış. Aaron Taylor-Johnson’ın içler acısı Vronsky’sinin kötü eleştirilere maruz kalma sebebi de Law’un Karenin’i bana kalırsa. Bu yıl kendimi yerine koyduğum ender karakterlerden biri beyazperdedeki. Film gereğinden fazla vasat olmasa, belki de yıl sonunda Alan Arkin saçmalığı yerine Jude Law’un kariyerinin en iyisi olan performansını konuşurduk.

#14: SAMUEL L. JACKSON, Django Unchained

En kısa role sahip oyuncu bile bir Quentin Tarantino senaryosuyla buluşunca şaha kalkıyor. Samuel L. Jackson ise Tarantino filmleri haricinde var olmayı başaramamış aktörlerden birisi. Eminim birkaç iyi filmi vardır benim izlemediğim; ama o kadar çok kötü filmi var ki iyilere sıra gelmiyor. Neyse ki Tarantino’yla yıllar sonra tekrardan bir araya gelen aktör, en az Calvin Candie kadar acımasız ve gerçekçi bir porte çıkarmış ortaya. Sinema tarihindeki tüm kötü adamlardan izler taşıyan Jackson, altına saklandığı makyajın altında rolüyle eğlenirken izleyiciye de nefretle karışık bir keyif armağan ediyor. Yer aldığı tüm sahnelerde, geri planda kalan mimikleri bile rol arkadaşlarından sahneyi çalmasına yetiyor. Belki Harvey Weinstein filmin üzerine oynasaydı ve Christoph Waltz’u ana kategoriye taşısaydı, Jackson’la DiCaprio’yu aday olarak görebilirdik.

#13: TOM HOLLAND, The Impossible

Hepimiz Quvenzhane Wallis’i konuştuk bu sene genç yeteneklerden. Ama sizce de kurgu masasında Tom Holland’a biraz haksızlık etmiyor muyuz? İkisinin de kariyerlerine takip alacağımız kesin tabii. Holland’a gelirsek… Ufacık yaşına rağmen canlandırdığı Lucas karakterinde Holland inandırıcılığıyla filmi, kendisinden pek çok deneyimli aktörün varlığını da umursamayarak, tek başına taşıyor. Annesine “Bir daha beni asla yalnız bırakma!” diye bağırırken de, birbirlerine kavuşmalarını sağladığı baba oğulu anlatmak için yatağın başına döndüğünde verdiği tepkiyle de Holland gözyaşlarımızın tek sebebi oluyor. Boyundan büyük bu rolün altından böylesine ustalıkla kalkması şaşırılacak şey. Gerçekten de gelecek yıllarda neler yapacağını çok merak ediyorum bu genç adamın. Umuyorum sıradaki projesi olan, Kevin Macdonald’ın yeni filminde de parlamayı başarır.

#12: EWAN MCGREGOR, The Impossible

The Impossible’ın bir diğer ismiyle listeye devam edelim. Bu sefer sırada içlerinden adı en az anılanı var. Ewan McGregor’ın işindeki başarısını tartışmaya bile gerek yok bence. Kendi jenerasyonunun Jeff Bridges’ı gibi McGregor. Oyunculuğu o kadar basit bir şey gibi gösteriyor ki genelde “Aman ne oyunculuğu varmış filmde?” gibi tepkilerle karşılaşıyoruz. Benim görüşüm ise aksine oldukça zor olan bir şeyi seyircinin gözünde bambaşka bir hale dönüştürdüğü için bile takdiri hak ettiği. Hani Anne Hathaway’in tek bir sahnesinden bahsediyoruz ya Les Miserables’da, işte Ewan McGregor için de aynısını yapmak mümkün. Telefonla konuştuğu o sahne… Başka da diyecek bir şeyim yok. Koca salonda tek başıma hüngür hüngür ağlama sebebim.

#11: JASON CLARKE, Zero Dark Thirty

Zero Dark Thirty’ye yapılan haksız eleştirilere laf sokmaktan vazgeçtim. Nasıl olsa sezon bitti, Oscarlar dağıtıldı. Artık herkes kendi yorumundan mesul. Lakin Chastain haricinde bir isim daha var ki filmde, aslında tüm bu işkence eleştirilerini yanıtlamak için onun karakteri tek başına yetiyor. Jason Clarke’ın bir parçası haline dönüştüğü sistemden yorulduğunu ses tonunda hissediyorsunuz. Üzerindeki sorumluluğu bir kenara atma ve yaşadığı vicdan azabına bir son getirme arzusunu fark etmememiz için elinden geleni yapsa da, Clarke’ın karakterine yardım eli uzatmak istiyorsunuz. Benim kendi ödüllerime aday. O yüzden bir sıkıntım yok. Ama oy geliyor mu? Hayır. Sanki tek seven benmişim gibi hissediyorum bu performansı. Gerçekten de sıradan olduğunu mu düşünüyorsunuz acaba?

#10: ROBERT DE NIRO, Silver Linings Playbook

Usta aktör Robert De Niro’yu uzun yıllardır eli yüzü düzgün bir işte izleyememenin sıkıntısını yaşarken, komedi ve drama becerilerini buluşturduğu Silver Linings Playbook’da yakaladık. Koca sezonu ödülsüz kapattı. Peki bu De Niro’nun performansını kötü mü yapıyor? Asla! OCD baba rolünde De Niro, rol yelpazesine duygusal derinliği çok daha fazla olan bir başka parça ekliyor. Ekranda göründüğü ilk andan itibaren oğluyla ve eşiyle olan ilişkisini, ucu spora giden takıntılarını en kusursuz haliyle ekrana taşıyıp, rol arkadaşlarından sahne çalıyor. 70’li yıllardaki Robert De Niro adeta üzerindeki ölü toprağı atıp aramıza dönüyor. Umuyorum devamı da gelir.

#9: HUGH JACKMAN, Les Miserables

Bu yıl En İyi Erkek Oyuncu beşlime karar verirken inanılmaz zorlanmış ve son bir hışımla Hugh Jackman’ı dışarıda bırakmıştım. Ben hala ara ara pişmanlık yaşar gibi olsam da doğru bir karar verdiğime inanıyorum. Her aktörün oynamak istediğine inandığım Jean Valjean karakterindeki Hugh Jackman’a gelirsek… Zaten Jackman’ın sahne ve dans becerilerine daha önce de şahit olmuştuk. Les Miserables tüm hünerlerini sergilemesi açısından en iyi yer olmuş. Yalnız Jackman bunu baştan savma bir performansla yapmak yerine, tüylerinizi diken diken eden bir yoğunlukla yapıyor. Jean Valjean’ın hayatını değiştirmeye karar verip kameraya doğru hızlı adımlarla yürüdüğü kısım ve tabii final sahnesi, Jackman’ın zirve noktaları.

#8: MATTHIAS SCHOENAERTS, Rust & Bone

Geçtiğimiz sene Bullhead ile keşfetmiştik bu olağanüstü aktörü. Zaten daha çok işler başaracağı en başından belliydi ama ben bu kadar kısa bir süre sonra, yine unutulmayacak bir performansla döneceğini düşünmemiştim. Schoenaerts, Rust & Bone’un karanlıkta kalan yarısında yer alıyor. Sezonun Cotillard için daha renkli geçmesinin sebebi, dünya çapında tanınan bir aktris olmasıyla alakalı. Lakin Schoenaerts da çizdiği hissiz, cahil adam portresini finalde parçalarken canınızı yakıyor. Belki bu yılın en iyi aktörü değil ama bence en heyecan veren ismi. Çok daha büyük bir star haline dönüştüğü, Oscar’a aday olduğu, Cannes’da ipi göğüslediği günleri de göreceğiz elbet.

#7: DENIS LAVANT, Holy Motors

Yılın en çok konuşulan filmlerinden bir diğeri de Holy Motors hiç kuşkusuz. Herkes filmin derinliklerinde kaybolmak için heves atıyor. Sinema salonundan çıktığında hala filmin üzerine kafa yorduğunu fark ettiğinde mutlu oluyor. Leos Carax filmin arkasındaki asıl beyin olsa da Denis Lavant’ın oyunculuğu da Holy Motors’u başından sonuna taşıyan tek şey esasen. Temposunu kaybedip izleyiciye zor anlar yaşadığını iddia etmiyorum. Lakin idrak etmesi güç geçişleri bir süre sonra umursamamanızı sağlayan ve aslında tüm o hikayeler arasındaki tek ortak nokta olan Denis Lavant ayakta alkışlamalık. Filmde tam olarak kaç karakteri canlandırdığından emin olmasam da bir aktör için hazine olduğunu düşündüğüm senaryonun altında ezilmemesi her gün rastladığımız bir şey değil.

#6: DENZEL WASHINGTON, Flight

Aslında pek sevmediğim, tarzına pek hayran olmadığım bir aktör Denzel Washington. Kimi zaman çok abartılı, kimi zaman ise eforsuz buluyorum yaptığı işleri. Ama Flight’daki Whip Whitaker yorumuna kayıtsız kalmak mümkün değil. Film Türkiye’de çok tahmin edilebilir bir anaakım sinema ürünü olduğu düşünüldüğü için beklemediğim kadar negatif yorum oldu. Ben ise hem filmin fazla abartıldığına inanıyor, hem de Washington’ın kariyerinin en iyi işine imza attığını düşünüyorum. Washington’ın kendini karakterine adayışı, oynadığı adamın yaptığı her şeyin gerçekçiliğini bir kat daha arttırıyor. Finalini görmezden gelirseniz, koca filmde sanki şikayet edecek ne kalıyor geriye?

#5: JOAQUIN PHOENIX, The Master

Geldik The Master’ın ikinci beyine. Aldığı sürpriz Oscar adaylığını sonuna kadar hak ettiğini, hatta Bradley Cooper olmasa bence o kategorinin açık ara galibi olması gerektiğini daha önce defalarca kez söyledim. Phoenix’e olan hayranlığım Gladiator’dan, Walk the Line’dan kaynaklı değil aslında. Kariyerine ara verip, tüm dünyayla dalga geçtiği zamanların da hayranı değilim. Hatta ekran dışı kişiliğinden uzak durmaya çalışıyorum ki antipatikliği, kendisine olan sevgime zarar vermesin. Benim hayranlığımın tek sebebi Two Lovers. The Master’da onu bambaşka biri olarak görünce de layık gördüğüm takdir giderek büyüdü. Perdedeyken bir an olsun gözlerimi kırpmak, bir mimiğini dahi kaçırmak istemediğim bir aktör.

#4: CHRISTOPH WALTZ, Django Unchained

Christoph Waltz’a gelen eleştirilerin büyük bir kısmı Inglourious Basterds’daki rolünün devamını getirdiği yönündeydi. Birkaç ufak nokta haricinde ben de katılıyorum diyebilirim bu düşünceye. Peki sırıtıyor mu? Hayır. Ne yapıyor bilmiyorum ama Waltz büründüğü adam olarak hepimizi büyülemeyi, etkisi altına almayı başarıyor. Bizim dönemimizin dahisi Quentin Tarantino’nun kaleminden dökülen kelimelerle iyice devleşiyor. Aldığı Oscar’la sorunum olmadığını söylememe gerek yoktur umarım. Ki zaten geçen seneki felaketi düşünürsek bu yıl Akademi’nin seçtiği performanslar tamamen beni mutlu etmeye odaklıydı sanki.

#3: BRADLEY COOPER, Silver Linings Playbook

Silver Linings Playbook’u uzunca bir süre evvel hiç bilmediğim bir sinema salonunda izledim. Ve filmden çıktıktan sonra da labirent gibi bir koridorda yürüdüğümü hatırlıyorum. Girerken de kullandığım yolda yönümü şaşırmamın tek sebebi ise Bradley Cooper’ın kelimelerle ifade edilemeyecek bir heyecan yaratan performansıydı. Cooper’a SLP öncesi ne kadar yüklendiğimi siz de gayet iyi biliyorsunuz. Filmi izlemeden evvel en büyük kayıbın kendisi olduğunu düşündüğümü de söylemiştim. Kim bu adamın bedeninde, ekranın diğer tarafından dahi hissedilebilen bir öfke ve hüznün çıkabileceğine inanırdı ki? Jennifer Lawrence’la beraber filmin vazgeçilmezi. İzlendikçe tatlanan bir performans. Yılın en iyilerinden biri. Oscar’ın ise en iyisi.

#2: LOGAN LERMAN, The Perks of Being a Wallflower

Eminim bu seçimime şaşıranlar olacaktır. Herkes The Perks of Being a Wallflower’ı izledikten sonra Emma Watson ve Ezra Miller’ı konuştu. Benim aklımda ise tek bir isim vardı: Logan Lerman. Yer aldığı her projenin altına imzamı atmaya, hepsini gösterime girdiği ilk günde sinemada izleyeceğime söz veriyorum. Beni ikna eden ise Lerman’ın kendince büyük çıkmazlarda yaşayan Charlie’si. Bakışlarında, beden dilinde görüyorsunuz Charlie’nin neler sakladığını. Sakin gibi gözüken tavrının altında birikmiş koca bir çığ var aslında. Jennifer Lawrence için dün söylemiştim, yılın en çok yönlü kadın performansı diye. İşte Logan Lerman’ın Charlie’si de erkeklerin çok yönlüsü. Ellerim kızarana kadar alkışlamak, tanışıp ne kadar ilham verici bir aktör olduğunu söylemek istiyorum. Kusursuz.

#1: LEONARDO DICAPRIO, Django Unchained

Leonardo DiCaprio sinema sevdamın ateşlendiği yıllardan beri hep takip ettiğim bir aktör oldu. Onun Titanic’i, Romeo & Juliet’i ile büyüdük ben ve benim jenerasyonumdaki sinema aşıkları. Son yıllarda The Departed’dan Blood Diamond’a, Revolutionary Road’dan Shutter Island’a, pek çok iyi performansını izledik bu beyefendinin. Ama sanıyorum Django Unchained artık karısı ölen, acı çekmekte olan, gri takımlı adam rollerinden sıyrılması için epey iyi oldu. Son 10 yılın en orijinal “kötü”lerinden biri Calvin Candie. Neden Oscar’a aday olmadığını inanın ben de bilmiyorum ve anlamıyorum da. Yalnız Django Unchained’i şimdiden üç kere izlemiş biri olarak konuşuyorum, DiCaprio kariyerinin zirvesine ulaştığı rolüyle ödül alamıyorsa, bundan sonra da almasın zaten. Ben onu yaptığı iyi işlerle ödüllendirmeye, el üstünde tutmaya hazırım.

0 Comments

  1. aserat54

    28 Şubat 2013 at 13:22

    1-) Bence listede Kıvanç Tatlıtuğ (Kelebeğin Rüyası) ve Richard Gere (Arbitrage) da olabilirdi. Yılın en iyilerinden olmasa de ben beğendim performanslarını…

    2-) “Neden Oscar’a aday olduğunu inanın ben de bilmiyorum ve anlamıyorum da…” diye yazmışsınız Leonardo DiCaprio (Django Unchained) bölümünde… Kendisi Oscar’a aday olamadı biliyorsunuz…

    3-) Bence, Daniel Day-Lewis (Lincoln), daha üst sıralarda olabilirdi… İlk 10’da bir yerde mesela…

    4-) Joaquin Phoenix’in ekran dışı kişiliğini, pek de sevdiğimi söylemeyeceğim ben de…

    5-) Bir de konuyla hiç alakası yok, ama…
    “En İyiler” sayfasında 2005 yılında,
    “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Rachel Weisz, The Constant Gardener
    En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: George Clooney, Syriana” diye yazmışsınız. Hemen düzeltirseniz iyi olur bence…

    6-) Güzel bir yazı olmuş, ellerinize sağlık…

    • Umur Çağın Taş

      1 Mart 2013 at 12:26

      Kelebeğin Rüyası 2012 değil, 2013 filmi. O yüzden ilk 20’de olsa bile ancak seneye yapacağım listelere girebilir.

  2. Faruk

    28 Şubat 2013 at 14:13

    İnsan görmeyince görmüyor yapacak bir şey yok.Yıllardık muhteşem performanslar sergilemesine rağmen çoğu zaman aday bile yapılmayan Leonardo DiCaprio bu yıl da harikaydı.Ayrıca bu yıl Bradley Cooper çok iyi olmasa da kendini epey geliştirdi.Tom Holland yılın en büyük sürpriziydi.Her repliği beni duygulandıran (özellikle kardeşleriyle sarıldığı sahnede bittim) çok az oyuncu tanıdım.Vee yılın en büyük çıkışı kesinlikle Mattias Schoenaerts’a ait.Yine Akademi tarafından görmezden gelinmişti.Kim takar artık Akademi’yi gerçi.Allah’tan Waltz’a ödülünü vererek iyi bir işe imza attılar da çok kızmıyoruz.Bir de tabii ki yılın en iyi performansı Daniel Day Lewis ve en iyilerden Tommy Lee Jonas var.Onlar da harikalardı.The Perks of Being a Wallflower filmini izlemyemediğimi için yorum yapamıyorum ama Ezra Miller geçen yıl çok iyiydi.Bu yıl da iyidir diye düşünüyorum.Listede sırıtan tek isim Jude Law.

  3. Seda Artar (@sedart)

    28 Şubat 2013 at 15:17

    Çok güzel liste olmuş, bu yıl erkek oyuncular açısından çok bereketliydi bence de; benim listemde ek olarak şunlar olabilirdi.

    Mads Mikkelsen – Jagten
    Garrett Hedlund – On the Road
    Jean-Louis Trintignant – Amour
    Suraj Sharma – Life of Pi

  4. Pingback: Oscar Boy’dan 2012′nin En İyi 50 Filmi: #50 – 41 | Oscar Boy

Yorum yazın...Cevabı iptal et

Exit mobile version