Dizi Eleştirisi

The White Queen – 1. Sezon

Yayınlandı

on

“Royal porn” dediğimiz hadisenin özellikle Akademi cephesinde ne kadar takdir edildiğini hepimiz biliyoruz. Bu tür hikayeler sadece beyazperdede değil tiyatroda, kitaplarda ve televizyonda da benzer bir ilgi görüyor. Philippa Gregory’nin sayısız kitabının uyarlanmak istenmesinin tek sebebi kostümleri içerisindeki krallar ve kraliçelerin çevirdiği türlü entrikayı izlemek için yanıp tutuşmamızdan başka bir şey değil. Stüdyolar bu türün iyi bir yönetmen ve oyuncu ekibiyle buluştuğunda ne kadar iyi sonuçlar verebildiğinin farkındalar. Ben İngiliz kraliyet ailesinin Amerikalılar tarafından katledilmesine karşı olsam da özellikle BBC’den çıkan Birleşik Krallık destanlarına ilgi göstermekten kendimi alıkoyamıyorum. The White Queen de dün akşam yaptığı sezon finaliyle “royal porn” kalabalığında yerini aldı. 10 bölümlük sezonun bildiğim kadarıyla devamı gelmeyecek. Yani mini dizi benzeri bir yapım duruyor karşınızda. 15. yüzyılda kimin elinin kimin cebinde olduğunu öğrenmek isteyenler için yaratılmış The White Queen’i konuşmaya başlayalım isterseniz.

Tahtta oturan beylerden çok, eşlerini ya da evlerini manipüle ederek tarihe geçen üç kadına yoğunlaşıyor The White Queen. Bunlardan birincisi diziye de adını veren Elizabeth Woodville (Rebecca Ferguson). İkincisi insanın tüylerini diken diken eden hırsıyla The Red Queen, yani Margaret Beaufort (Amanda Hale). Üçüncüsü ise diğer iki karaktere göre daha pasif kalan Anne Neville (Faye Marsay). Lakin Philippa Gregory’nin kitaplarını okumayanlar, ki ben okumadım, ve dizinin genel hatlarından haberdar olmayanlar The White Queen’e başladığında tüm hikayenin Elizabeth Woodville’in etrafında döneceğini zannedebilirler. Lakin senaristler bir tanesi bile 800-900 sayfayı bulan üç kitaplık seriyi alıp 10 bölümlük bir dizi yapma kararı almışlar. Dolayısıyla türün diğer örnekleri gibi olayları uzatıp, taht çatışmalarını ağdaya çevirmiyor The White Queen. Özellikle ilk 5 bölüm içerisindeki hızı tarif edebilmek pek mümkün değil. Tüm oyuncularına figüran muamelesi yapıp, tam seyirci karaktere alışmışken sahneyi terk etme süreçlerini de yavaşlatmakla uğraşmıyor The White Queen.

Filmin tam olarak bir başrolü olduğunu söylemek güç. Jeremy Irons’ın yetenekli oğlu Max Irons, IV Edward olarak hikayenin en önemli karakterlerinden birine can veriyor. Yalnız afişlerin yüzü ve Gregory’nin kitaplarının da esas kızı olan Rebecca Ferguson, fazlasıyla rahatsız edici bir aksana sahip olduğundan sanırım beni hiç tatmin edemedi. Irons ile iyi bir ikili olabildiklerini de düşünmüyorum. Senaristler üç önemli kadın karakteri de sevmememiz için elinden geleni yaptığından aslında söylenebilecek fazla bir şey yok ama Ferguson’ı beğenmemek için onlarca sebep sayabilirim. Dizinin kesinlikle zayıf halkasıydı. Dizinin tanıdık yüzleri James Frain ve Janet McTeer’in House of York içerisindeki en dikkat çekici karakterlere can verdiğini belirtmekte yarar var. Albert Nobbs ile küllerinden doğan McTeer, burada da başarılı bir performans sergilemiş. The Borgias’da harikalar yaratan David Oakes ve hikayenin finaline doğru tahta oturup, rolü artan Aneurin Barnard izlemekten keyif aldığım oyuncuları arasında The White Queen’in.

Lakin, televizyon çıkışlı yıldızlarla dolu olan kadronun en iyisi Amanda Hale bana kalırsa. Tabii canlandırdığı karakterin iniş çıkışlı ruh hali de Lady Margaret Beaufort’u izlenmesi keyifli bir hale getiriyor ama Hale rolünün tüm gereklerini yerine getirmiş. Faye Marsay ve Rebecca Ferguson ile kıyaslandığında da ister istemez Hale’ın bir adım önde olduğunu düşünüyorsunuz. Hatta birkaç adım bile diyebiliriz. Bu arada, Skins’in üçüncü jenerasyonunda yer alan Freya Mavor’un da The White Queen’in güzeller güzeli kızını oynadığını ekleyeyim. Skins’den çıkan oyuncuların The Borgias, Game of Thrones ve şimdi de The White Queen gibi kostümlü dramalara dağılmasını açıklayabilecek olan varsa dinliyorum. Hazır Skins demişken, birisi Luke Pasqualiano’ya başrol yazabilir mi? The White Queen’in devamının çekilmesi durumunda kendisini tahta oturtup, Birleşik Krallık tarihini baştan yazsak olmaz mı? Miranda Hart’ın dizisindeki küçücük rolüyle bile ilgi çekmeyi başarabilen bir adamdan bahsediyoruz. Lütfen!

Geneline baktığınızda sezonun ilk yarısında beklenenden fazlasını veren ama ikinci yarısında eski ritmini kaybedip topallamaya başlayan The White Queen dönem dramalarına yeni bir bakış getiremiyor ne yazık ki. İlk bölümlerdeki heyecanını devam ettirebilmiş olsaydı muhtemelen daha da yüksek bir puan verebilirdim. Ama şu an kostümleri ve büyüleyici sanat yönetimi haricinde ilgiyi hak eden bir şey olmadığını söylemem lazım. Philippa Gregory’nin romanlarının da entrika odaklı olduğunu bildiğimden senaristlere yüklenmek de istemiyorum. İzlemeyenlerin çok şey kaçırdığını düşünmüyorum. Tabii bu türü severek izliyorsanız, The White Queen’in kalburüstü bir dizi olduğunu belirtmekte yarar var. Olur da hikayenin devamını getirmek isterlerse seneye görüşürüz diyelim şimdilik.

En İyi Bölüm: In Love with the King (Bölüm 1)
Sezon Boyu Spotlight Ödülü: Amanda Hale (Lady Margaret Beaufort)
Sezon Notu: B-

0 Comments

  1. sherlock

    31 Ekim 2014 at 16:39

    Bence the white queen başarılı bir dizi hatta tudors tan daha iyi olduğunu söyleyebilirim …

Yorum yazın...Cevabı iptal et

Exit mobile version