Oscar 2014
Oscar Sohbetleri: Akademi ne sever?
Bugüne kadar yarışın son haline bakmayı tercih ettiğim, farklı yönlerden kategorilerdeki son durumları ele aldığım Oscar Sohbetleri’nde çokça dile getirip bir arada sunmadığım bir şeyi konuşmak istedim sizlerle bugün. Akademi ne sever? Kime oy verir? Kalıplaşmış yargıları var mıdır? Esasında her yıl yeni üye alımı yaparak, daha genç ve daha entellektüel bir kimlik edinmeye çalışsalar da ne yazık ki Akademi’nin de zayıf noktaları mevcut. Karşılaştıklarında oy vermekten kendilerini alıkoyamadıkları 10 madde sıraladım yazının devamında sizlere. Oscar tahminlerinizde yardımcı olmasını umut ediyorum. Bu arada benim aklıma gelmemiş bir stereotip varsa bildiğiniz, paylaşmaktan çekinmeyin. Geçelim şimdi Akademi’nin sevdiği o 10 duruma / şeye / maddeye.
SOYKIRIM
Her yıl sinema endüstrisinden hatırı sayılır ekmek yiyen bir alt tür denebilir “Soykırım” için. Sektörde çalışan kişiler olmasına rağmen, özünde sıradan bir seyirci olan Akademi üyeleri de her daim iyi yapılmış soykırım filmlerini destekledi. Yeri geldi The Reader’ı The Dark Knight’ın gireceği düşünülen En İyi Film listesinden men etti, yeri geldi Schindler’s List ile tarih yazıldı. Öyle ki Hollywood civarlarından bir hikaye çıkmadığında bile Akademi gözünü yabancı filmlere kaydırarak tatmin etti bu soykırım takıntısını. The Diary of Anne Frank (1959), Il Giardino de Finzi-Contini (1970), Sophie’s Choice (1982), Life Is Beautiful (1997), The Pianist (2002), The Counterfeiters (2007), Defiance (2008) örnekleri durumu izah etmek için yeterlidir diye umuyorum.
Bu yıl bu boşluğu doldurabilecek tek film The Book Thief. Esasında The Monuments Men’in de İkinci Dünya Savaşı temasına sahip olması sebebiyle Akademi’nin zaaflarından faydalanabilme ihtimali vardı. Fakat Clooney geri çekilip, filmi 2014’e erteledi. Stüdyonun açıklamasına göre Alexandre Desplat hala müzikleri bestelememiş. Ama dedikodular filmin sezon içerisinde harcanmaktan korktuğu için ertelendiğini söylüyor. The Book Thief‘e dönecek olursak… İkinci Dünya Savaşı Almanya’sında kitap hırsızlığı yapıp etrafındakilere dağıtan, ailesi evde gizlice bir Yahudi besleyen kız ve Oscar mı? Hell to the yeah!
MERYL STREEP
Biliyorum, bunu söylediğim için Meryl hayranları beni taşlayacak; ama Streep’in üçüncü Oscar’ını almasını sağlayan The Iron Lady son 10 yıldır izlediğimiz en berbat biyografilerden biriydi. Ki bana kalırsa böylesine önemli bir aktrise daha evvel Adaptation, The Devil Wears Prada ve Doubt’da inanılmaz performanslar vermişken The Iron Lady ile üçüncü Oscar’ını emanet etmek cinayetten başka bir şey de değil. Julie & Julia ile aldığı adaylığa gelmiyorum bile… Ama tabii 17 adaylığının büyük bir çoğunluğu inanılmaz performanslardan oluşuyor. 1985 yılından beri oynadığı tek bir film dahi En İyi Film kategorisine girememiş olsa da Akademi onu gerçekten çok seviyor. Hatta Akademi değil, tüm Hollywood ve neredeyse tüm dünya Meryl’a hayran.
Bu yıl da August: Osage County ile tekrardan Oscar listelerine konuk olmaya geliyor Streep. Filmin aldığı ortalamanın altındaki eleştiriler ve yarıştığı aktrislerin oldukça kuvvetli performanslara sahip olması dördüncü Oscar’ına kavuşmasına engel olacak olsa da bu Meryl’ın ilk beşe girmesini engellemeyecek. Öyle ki şimdiden Cate Blanchett ve Sandra Bullock ile birlikte “Kesin aday olur” başlığı altına eklemek istiyor insan onun adını. Yine Akademi üyelerini kendine hayran bıraktıracağına şüphemiz yok. Mütevazı ama bir o kadar da kendinden emin kişiliğiyle David Letterman’a çıkıp tatlı tatlı gülümseyeceğinden de eminiz.
TARİH YAZMAK
Evet, Akademi tarih yazmayı seviyor. Tarihte ilk kez kadın bir yönetmene ödül vermeyi mesela. Hatta o ödülü (yüce) Kathryn Bigelow’a vermek için sahneye her etkinliğe katılmayan Barbra Streisand’ı çağırabiliyor. En İyi Erkek Oyuncu ödülünü Daniel Day-Lewis’e üçüncü kez vermekten de çekinmiyor. Hem de hazır ellerinde üç Oscar’ı olan bir başka aktris, Meryl Streep, varken bu fırsatı asla tepmiyor. Aynı kategoride hem gelmiş geçmiş en genç aday (Quvenzhane Wallis), hem de en yaşlıyı (Emmanuelle Riva) barındırabiliyor. Dediğim gibi, Akademi tarih yazmayı seviyor. Dergilere manşet olmayı, adaylar açıklandıktan ya da ödüller dağıtıldıktan sonra bunun üzerinden konuşulmayı… Geçen sene Argo’ya verilen ödül bile, her şeyin En İyi Yönetmen adaylığına bağlı olmadığını göstermek için değil miydi sizce de?
Peki bu yıl kim tarih yazabilir? Steve McQueen! Bugüne kadar En İyi Yönetmen kategorisine aday olabilmiş sadece iki siyahi yönetmen var. Birisi Boyz n the Hood (1991) ile John Singleton, diğeri ise Precious (2009) ile Lee Daniels. Steve McQueen’in zaten 86 yılın üçüncü siyahi yönetmen adayı olacağını biliyoruz. Ama aynı zamanda ödülü kazanarak, bambaşka bir tarih yazma ihtimali de var. 12 Years a Slave‘in aldığı muhteşem eleştiriler, Shame ve Hunger ile takdirimizi kazanmış yönetmenin Oscar yolunu açmaya devam ediyor. Eğer erkenden favoriye dönüşmesi bir antipati yaratmaz ve üyeler farklı bir alternatif aramazlar ise McQueen ödül için önemli bir aday adayı olacak.
ÇIPLAKLIK
Geçen sene Seth MacFarlane, Oscar sahnesine çıkıp “We Saw Your Boobs” adındaki şarkıyı söyleyince feministler epey çıldırmıştı. Fakat Akademi’nin şanlı tarihi MacFarlane’ın şarkısını meşrulaştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Halle Berry, Charlize Theron, Julie Christie, Jane Fonda, Juliette Binoche, Kate Winslet, Gwyneth Paltrow, Holly Hunter… Hem de bu saydıklarım sadece soyunup ödülü alanlar. Bir de adaylıkla yetinmek zorunda kalanlar var. Seksist bir yaklaşım olduğunun farkında olsam da erkeklerin sayıca üstün olduğu Akademi’de göğüs, azıcık da kalça görülünce oylar bir anda birikmeye başlıyor. Tabii bu saydığım performansların her birinin kendince artıları, çok güçlü yanları var; ama çıplaklığın da oy almalarına katkı sağladığına şüphe yok.
Blue Is the Warmest Color‘ın yıldızları Adele Exarchopoulos ve Lea Seydoux, adeta sinema dünyasına armağan ettikleri bedenleriyle, Akademi’nin oylarını hormanlarını dinleyerek vermelerine sebep olabilir. Kaldı ki ikisinin de performansı filmin yüzde yirmisini kaplayan sevişme sahnelerinden çok daha öte bir noktada. Exarchopoulos‘un adaylık alamamasının beni ne kadar üzeceğini bilemezsiniz. Tabii yönetmenle oyuncular arasındaki bu anlamsız tartışma uzamaya devam ederse, çıplaklık bile ters tepebilir. Eklemeden geçemeyeceğim, filmde iki oyuncu da prostetik vajinalar kullanmış. Bu gereksiz bilgi için umuyorum bana kızmazsınız. Nereye sokuştursam da, sizlere bunu söyleyebilsem diye bekliyordum. Kısmet bugüneymiş.
EŞCİNSEL ROLLER
William Hurt (Kiss of the Spider Woman), Hilary Swank (Boys Don’t Cry), Nicole Kidman (The Hours), Charlize Theron (Monster), Philip Seymour Hoffman (Capote), Sean Penn (Milk) ve Christopher Plummer (Beginners). Bu isimler size bir şey ifade ediyor mu? Tahmin etmesi çok zor değil, hepsi de canlandırdıkları eşcinsel karakterlerle Oscar almış oyuncular. Ayrıca Brokeback Mountain’ın beyleri, Gods and Monsters’dan Ian McKellen, Transamerica’da sınırları zorlayan Felicity Huffman gibi ödülü kazanamamış, ama adaylık yakalamış farklı örnekler de var. Crash’i seçtiği sene fazla tutucu olmakla suçladığımız Akademi’nin oyunculuk branşındaki üyeler kolayca anlaşılabileceği üzere genelin aksine cumhuriyetçi değil, demokrat tercihler yapmaktan kendini alıkoymuyor.
Dallas Buyers Club‘ın yıldızlarından Jared Leto, bu yılın ender eşcinsel rollerinden birinde karşımıza çıkıyor. Tabii asıl LGBT şenliği Blue Is the Warmest Color; fakat Leto‘nun adaylık şansının daha fazla olduğuna şüphe yok. En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalındaki zayıf yarıştan kolayca yararlanabilecek. Üstelik bu “6 yıldır tek bir filmde dahi rol almadım.”, “Rolüm için vücudumdaki tüm kılları aldırdım, kaşlarıma 3 kez ağda yaptırdım.”, “McConaughey ile setin ilk gününde tanıştık. Asla prova yapmadık.”, “Tamamen doğal ışık kullandık.” benzeri demeçleri kendisine epey yardımcı olacağa benziyor.
KİLO AL / KİLO VER
Akademi’nin oyuncularında sevdiği özelliklerden bir diğeri de kilo konusundaki fedakarlığı. Rolü için damacanaya dönüşen ya da eriyip tığa dönene kayıtsız kalamıyorlar. Fiziksel olarak kendini zorlayan her oyuncuya sonsuz saygı duyuyorlar. Bu konuda seyircinin de onlara katıldığı söylenebilir tabii. Sevdiğimiz oyuncular, sırf karaktere daha iyi bürünebilmek ve daha inandırıcı olabilmek için uzaktan epey zor görünen kilo alma / verme süreciyle uğraşınca istisnasız eriyoruz. Örnek isteyenlere fiziksel değişime uğramış, ödüllü ya da sadece Oscar adayı olmuş oyuncuları sıralayayım: Robert De Niro (Raging Bull), Tom Hanks (Philadelphia), Edward Norton (American History X), Christian Bale (The Fighter), Renee Zellweger (Bridget Jones’s Diary), George Clooney (Syriana), Daniel Day-Lewis (In the Name of the Father), Natalie Portman (Black Swan).
Bu yılın rolü için fedakarlık yapan ismi, yaklaşık 15 kilo kaybeden Matthew McConaughey. Sanıyorum En İyi Erkek Oyuncu ödülü için adını anmakta da yarar var. Son yıllarda Magic Mike, The Paperboy, Killer Joe ve Bernie gibi birbirinden iyi işlerde, ortalamanın üzerinde performanslar çıkaran McConaughey, Oscar bekaretini Dallas Buyers Club ile bozmaya hazırlanıyor. Ayrıca bu yıl Scorsese’nin yeni filminde de izleyeceğiz kendisini. 2014 içerisinde Christopher Nolan’ın Interstellar’ında başrolde yer alacağından da haberiniz vardır diye umuyorum. Resmen adam kariyerini baştan yazıyor. Filmografisine format attı denebilir kabaca.
KARİYER ÖDÜLLERİ
Efendim? Hakkınız üç günlük bir yıldız tarafından yendi mi? Sayısız defa aday olmanıza rağmen bir türlü hak ettiğiniz ödüle kavuşamadınız mı? Size, berbat filminizdeki ortalamanın biraz üzerindeki performansınızla ödül vermemizi ister misiniz? En nefret ettiğim Akademi özelliği. Hak edene değil de sırası gelene ödül vermeyi sevdikleri için, ilk günden beri özellikle oyunculuk dallarında hep bu karmaşa yaşanıyor. Sırf bu sebeple Jeff Bridges gibi usta bir aktör Crazy Heart ile ödül alıyor, Christopher Plummer gibi değerli bir isim 2-3 sene sonra kimsenin hatırlamayacağı Beginners’la ilk Oscar’ına kavuşuyor. Sandra Bullock’a da çok iyi bir kariyeri varmış gibi, akıllara zarar vasatlıktaki The Blind Side’la ödül verildiğini de hatırlatayım. Keşke o yıl Carey Mulligan ya da Gabourey Sidibe görülseydi de bari bu yıl hak edilmiş bir Oscar’a, Gravity’deki harika performansıyla ödüle kavuşsaydı. Neyse.
Bu yıl, performansıyla değil de kariyeri sebebiyle ödül alabilecek biri var mı bilmiyorum. Hala izlemediğimiz birçok yapım var. Üstelik kazananlar belli olmadan tam bir tahmin yapmak da mümkün değil. Belki Judi Dench (Philomena) uyabilir bu tanıma, emin değilim. Geçtiğimiz yıllarda The Best Exotic Marigold Hotel ve Skyfall gibi uykusunda dahi yapabileceği rollerle aday olabileceği söyleniyordu çünkü. Belki yine abartıyorlardır. Oprah Winfrey de sırf Amerika’nın en güçlü kadını olduğu için, televizyonda inanılmaz bir kariyer yaptığı için, çok da ayılıp bayılınmayan performansıyla ödül alabilir. Ama dediğim gibi, henüz izlemediğimiz çokça film ve performans var. Tam bir örnek verebilmek mümkün değil.
SEYİRCİ SEVGİLİSİ FİLMLER
The Social Network ile 2000’li yılların en iyi filmine imza atmış olan David Fincher’ın ödülü The King’s Speech’e kaptırdığı yılı hatırlıyor musunuz? Ben hala unutamıyorum. 83. Akademi Ödülleri son dönemde kaliteli film sayısı açısından en iyi Oscar töreni olsa da söz konusu büyük ödüller olunca epey çuvallamıştı. Akademi, ne yazık ki The Departed ve No Country for Old Men gibi daha karamsar seçimler yaptıktan hemen sonra, yönünü The King’s Speech ve türevlerine çevirdi. The Blind Side’a adaylık verdi. Argo’nun adının tarihe geçmesini sağladı. Tabii güzel örnekleri de var bu seyirci sevgilisi filmlerin. Slumdog Millionaire’in zaferi mesela. Kim Danny Boyle’un kurgusundan görüntü yönetimine kadar ustaca işlenmiş filminin zaferine itiraz edebilir ki?
Bu yılın seyirci sevgilisi filmleri The Secret Life of Walter Mitty ve Philomena gibi gözüküyor. Her‘ü de bu gruba dahil edebilirsiniz aslında. Ama içeriği diğer ikisine göre daha hüzünlü. Ben Stiller’ın filmi ne yazık ki New York’daki gösterimi sonrası genel olarak olumsuz eleştiriler aldı. Fakat iş bu tarz seyirciyi memnun etmeye programlanmış filmlere geldiğinde, Akademi iyi eleştiri alıp almamayı umursamıyor. Tabii birincilik oyları sisteminde artık her yapımın işi zor. Hele ki bu kadar zorlayıcı bir yarışın olduğu sahnede. Yine de The Secret Life of Walter Mitty‘nin oyuncu branşındaki üyelerin kalbini çalması durumunda ilk 10’a girmesi pek zor olmayacaktır diye düşünüyorum.
DESTEKLEYİCİ EŞLER
Erkek oyuncuların nezdinde yürüyen bir sektörde her yıl filmlerin %90’ının merkezinde erkek karakterin yer almasına şaşmamak lazım. Ne yazık ki Hollywood, hala kadınlara, özellikle yönetmen koltuğunda tam bir yer ayırabilmiş değil. Dolayısıyla kadınlara layık görülen roller genelde ya belli kalıplarla sınırlı oluyor ya da iyi yazılmış başroller Meryl Streep’e gidiyor. Akademi’nin sevdiği o kadın rolü kalıplarından biri de destekleyici eşler tabii ki. Sadece son birkaç seneye baktığınızda bile Amy Adams (The Master), Sally Field (Lincoln), Helena Bonham Carter (The King’s Speech) örnekleriyle dolup taşıyor ortalık. Daha geriye gittiğinizde filmin merkezindeki erkeğe ufaktan katkıda bulunan bu eş rollerinin Akademi tarafından ne kadar takdir edildiğini daha iyi anlıyorsunuz.
86. Akademi Ödülleri’nde adaylık kapma ihtimali olan destekleyici eşlerden biri Naomie Harris. Weinstein’in dağıtım haklarını elinde bulundurduğu Mandela: Long Walk to Freedom‘daki performansı çok beğenilmiş olmasına rağmen pek matah eleştiriler alamadı ne yazık ki. Oprah Winfrey (The Butler) ve June Squibb (Nebraska) de bu maddeye dahil edilebilir. Üstelik ikisinin de aday olma ihtimali Harris‘den daha fazla. Fakat eşinin çıkarlarını gözeten kadın rollerinin tüm karakteristik özelliklerini taşıyan Harris, kesinlikle diğerlerinden daha iyi bir örnek.
KUSURSUZ KAMPANYA
Hayatın her noktasında olduğu gibi, Oscarlar’da da politikanın sözü geçiyor. İyi bir kampanyanın açamayacağı kapı, alamayacağı Oscar yok. Öyle ki kampanya yapmamak bile bir “kampanya” aslında bu renkli dünyada. Mesela Mo’Nique, politikanın esiri olmayacağını söyleyerek kavuştu ödüle. Sandra Bullock sezon boyunca, her özel geceye ve törene katıldı. Eleştirmenlerle iyi geçindi. Sonunda da çok istediği ödülüne kavuştu. Melissa Leo, kendi kampanyası için parayı cebinden ödedi. Weinstein, Meryl Streep’in kaç senedir Oscar kazanmadığına dikkat çekerek usta aktrisi üçüncü ödülüyle buluşturdu. Shakespeare in Love ve Argo’nun aldığı En İyi Film ödüllerinin birer kampanya harikası olduğunu da unutmamak gerek.
Normalde Oscar kampanyası yapmamayı tercih eden CBS Films bu yıl Inside Llewyn Davis için epey çabalıyor mesela. Sony Pictures Classics, ellerindeki tek iddialı yapım olan Blue Jasmine için En İyi Film, hatta En İyi Yönetmen adaylığı için kampanya yapıyor. Julia Roberts, hem kendi önünü hem de rol arkadaşı Meryl Streep‘e yer açabilmek için yardımcı kadın oyuncu kategorisine geçiş yaptı. Michael Fassbender ise şimdiden Oscar kampanyası yapmayacağının altını çizdi. Bu sürece dahil olmak istemiyor. Peki içlerinden hangisi karlı çıkacak? İşte onu adayların açıklandığı 16 Ocak ve ödüllerin dağıtılacağı 2 Mart’a kadar asla bilemeyeceğiz. Şimdilik kenara çekilip tadını çıkarmak en doğrusu.
aserat54
31 Ekim 2013 at 15:33
10 madde yazmışsınız, 11.’si de benden gelsin o zaman…
Akademi’nin en sevdiği şeylerden biri de ırkçılık konulu filmler. Örneğin, geçen seneki The Help adaylığı bu konu hakkında aklıma gelen ilk şey. Bütün sezon boyunca her an ödülü alacakmış gibi duruyordu sanki.
Ayrıca, bu filmlerin de dışına taşıp gerçek hayata kadar gelebiliyor. 11 Eylül’den sonra Russell Crowe (A Beautiful Mind) ve Nicole Kidman (Moulin Rouge!) yerine iki siyahi oyuncu, Denzel Washington (Training Day) ve Halle Berry (Monster’s Ball) kazanmıştı ödülleri.
Bu yıl bu kontenjanı 12 Years a Slave dolduracak gibi. Akademi’nin zaafı olduğu ırkçılık ve köleliğe parmak basmasıyla birkaç ödül alacaktır. En İyi Film ödülü de dahil…
aserat54
3 Kasım 2013 at 19:44
Ayrıca, “Sevgili Seyircisi Filmler” grubuna Silver Linings Playbook, Toy Story 3 gibi ödül alamayan ama aday olan filmleri de ekleyebiliriz…
Emre Eminoglu
31 Ekim 2013 at 16:31
Genele vurmak ne kadar doğru bilmiyorum ama “kusursuz kampanya”ya bir alt-başlık olarak “yaratıcı kampanya” da ekleyebiliriz belki. 2006’da “Little Miss Sunshine”ın sarı minibüsünün LA sokaklarında dolaşıp durduğunu okuduğumu hatırlıyorum. Çok hoşuma gitmişti ve “Little Miss Sunshine” gibi bir bağımsız film (o zamanlar pek olağan olmayan bir şekilde) En İyi Film adayı olunca durumu buna bağlamış ve sevinmiştim. Dediğim gibi kampanya tarihi bilgim pek iyi değil o yüzden örnekleri çeşitlendiremiyorum. Yaratıcılık güzel şey.
Bir de “Biyografik Yapımlarda Başrol” demek lazım tüm bunlara ek olarak. Daniel Day Lewis, Sean Penn, Helen Mirren, Forest Whitaker, Meryl Streep, Colin Firth, Marion Cotillard, Jamie Foxx, Russell Crowe, Judi Dench ilk aklıma gelenler… Hahah hatta sanırım “İngiliz siyasi tarihinden biyografik portreler” bile desek olur gibi 🙂
Erşah
4 Kasım 2013 at 15:25
Her şeye katılırım da, Charlize Theron’un “soyunup da ödül alanlar” kategorisinde olmasına dayanamam. Kadın Monster’da kişiliğinden kişilik vererek insanötesi bir kompozisyonla ödülü almıştı.
Bunlara ek olarak, son yıllarda da revaçta olan Amerikan Milliyetçiliğini de bu listeye ekleyebiliriz. Akademi yaşlı ve yıldızlı bayrağı çok seven bir yapıda. Paul Greengrass’ın iyi lobisi yapılırsa (ki bence yapacak adam yok) bir Hurt Locker, Argo daha çıkabilir piyasaya.
hadesoul
6 Kasım 2013 at 03:07
akademinin eşcinsel karakterlere olan zaafı ancak filmde acı bir sonla baş başa kalırlarsa ya da pişmanlık vb. gibi duygular içine girerlerse ortaya çıkıyor. eşcinselliğin olumlandığı ya da ”teşvik edildiği” hiçbir filmle ödül alamaz oyuncular. eşcinsellik sıradan insanların hayatında ise asla ödül verilmez. dikkat edin hep yazar, ressam vs sanatçı tayfasına biçilir bu rol. muhafazakar bakış açıları sıradan yaşamlarda eşcinselliği kaldırmaz. ”marjinal” kesimlerde olursa rahatsız etmez bu onları. çünkü yaratmak istedikleri algı budur. heath ledger’ın ve filminin ödülü alamaması bu yüzdendir. tom hanks, sean penn ve diğerlerinin ödül almalarının sebebi ayrıca da şahane oynamış olmalarıdır. yoksa ödülü asla koklatmazlar.
sakat, hasta, hayatını baştan yazan, ayağa kalkan karakterler de akademinin kayıtsız kalamadığı unsurlardandır.
Seda Artar (@sedart)
8 Kasım 2013 at 11:57
Eşcinselllik meselesi bence biraz şöyle, bir nevi engellilik gibi görünüyor. Aslan gibi errrkek oyuncu kadınsılaşınca Oscar’lık performans sergilemiş oluyor. Hele ki Jared Leto’nunki gibi fiziksel bir dönüşüm de söz konusuysa, yeme de yanında yat.
12 Years A Slave konusuna dönersek, beyaz ve orta yaşın üstündeki Akademi mahallesinde filmi sevmek için oluşacak mahalle baskısını düşünebiliyor musunuz? Hele ki sevmesinler, ırkçı damgasını yemekten onları the Butler’ı sevmek bile kurtaramaz.