Oscar Sohbetleri
Oscar Sohbetleri: DGA Tahminleri
Yarın akşam Yönetmenler Birliği (DGA), 63. kez yılın en iyilerini seçmeye hazırlanıyor. Ödül mevsimi ile ilgilenenler iyi bilir, DGA yarıştaki en önemli meslek birliklerinden biri. Tarihlerinde Akademi ile aynı adrese ödül vermedikleri sadece 7 örnek var. Bunlardan birini de geçen sene yaşamıştık hatırlarsanız. DGA tarafından En İyi Yönetmen seçilen Ben Affleck, Oscar’a aday olmayı dahi başaramamıştı. Fakat bunun bir tek Affleck’in başına geldiği düşünülmesin. Daha evvel Apollo 13 ile DGA’in ödülünü kucaklayan Ron Howard da benzer bir tablonun baş kahramanı olmuştu. Bu 7 istisnayı bir hatırlayalım isterseniz…
- 1968 – DGA: Anthony Harvey | The Lion in Winter – Oscar: Carol Reed | Oliver!
- 1972 – DGA: Francis Ford Coppola | The Godfather – Oscar: Bob Fosse | Cabaret
- 1985 – DGA: Steven Spielberg | The Color Purple – Oscar: Sydney Pollack | Out of Africa
- 1995 – DGA: Ron Howard | Apollo 13 – Oscar: Mel Gibson | Braveheart
- 2000 – DGA: Ang Lee | Crouching Tiger, Hidden Dragon – Oscar: Steven Soderbergh | Traffic
- 2002 – DGA: Rob Marshall | Chicago – Oscar: Roman Polanski | The Pianist
- 2012 – DGA: Ben Affleck | Argo – Oscar: Ang Lee | Life of Pi
2013’ün bu gruba sekizinci bir örneğin eklendiği yıl olacağını pek zannetmiyorum. Belki Akademi, Steve McQueen’in filmine hayran kalıp pek çok kategoride ödül vermek isterse Alfonso Cuaron’u görmezden gelebilir. Fakat teknik branşlarda yer alan üyeler, Gravity ve Cuaron’dan desteğini esirgemeyecektir diye düşünüyorum. DGA’in adayları Akademi ile epey benzer bu yıl. Alfonso Cuaron (Gravity), Steve McQueen (12 Years a Slave), Martin Scorsese (The Wolf of Wall Street) ve David O. Russell (American Hustle) hem Akademi’den, hem de Yönetmenler Birliği’nden adaylık aldı. Oscar’da ilk beşi Alexander Payne (Nebraska) doldururken, burada Paul Greengrass (Captain Phillips) adaylar arasına girmeyi başardı. Biraz DGA üzerine geveleyip, bu beş yönetmenden bahsetmek istiyorum izninizle. Buyursunlar…
ALFONSO CUARON
Gravity, 2013’ün en iyi eleştirileri alan yapımlarından biri oldu. Ağustos sonunda Venedik ve Telluride’da seyirci karşısına çıkmasıyla birlikte fırtına giderek büyümeye başladı. Cuaron’un teknik sebeplerden dolayı 2012’den 2013’e sarkıtılan filmi, görsel efekt ve 3D kullanımı konusunda şimdiden bir mihenk taşı olarak kabul edilmekte. Okyanusun bu tarafına uğradıktan sonra, özellikle Türkiye’deki (çoğunlukla online) eleştirmenler tarafından kum torbasına çevrilse de Gravity, ABD’de hiç darbe almadı. Hala da Oscar yarışındaki iddiasını sürdürüyor. PGA’den (Yapımcılar Birliği) aldığı ödül, filmi küçümsememiz gerektiğinin en güzel kanıtı. Özgün müzik, ses miksajı, ses kurgusu, görsel efekt, görüntü yönetimi ve kurgu kategorilerinde alacağı muhtemel zaferlerin yanına En İyi Yönetmen ödülünü de eklemesini bekliyorum. Hele ki geçtiğimiz yıl Ang Lee’yi görmezden gelip Ben Affleck’e oy veren DGA, bu yıl böylesine bir teknik harikayı asla es geçmek istemeyecektir.
Children of Men, Y Tu Mama Tambien ve Harry Potter and the Prisoner of Azkaban gibi birbirinden kaliteli filmlere imza atan Alfonso Cuaron, Hollywood’a transfer olmuş en iyi yönetmenlerden biri. Gravity’de görsel olarak seyirciye dört başı mamur bir haz duygusu yaşatıyor. Normalde senaryo üzerinden ilerleyen bir prosesi tamamen ters yüz ederek, kamerasında görmek istediklerinden yola çıkarak kağıda döküyor. Bugüne kadar uzayda geçen yapımlar içerisinde izlediğiniz en gerçekçi film Gravity. Alfonso Cuaron’un hayali beyazperdeye öyle güzel bir şekilde yansıtılmış ki film boyunca nefes almayı unutuyor, her sahnesi bir fotoğraf karesini andıran 90 dakika boyunca yaşadığınız evrenden izole olup Sandra Bullock ile beraber boşluğa doğru süzülüyorsunuz. Cuaron sadece 2013’ün değil, son yılların en sansasyonel ve en yenilikçi yönetmenlik işlerinden birini çıkarıyor.
STEVE MCQUEEN
Tıpkı Gravity gibi, yine bizim ülkemizde gereğinden fazla eleştirilip kötü bir yapımmış gibi lanse edilmeye çalışılan 12 Years a Slave’in yönetmeni Steve McQueen, yarıştaki diğer bir önemli isim. Telluride’daki galasından beri Oscar iddiasını sürdüren yapım, Hunger ile Shame sayesinde takdirimizi kazanmış McQueen’in son harikası. Soykırım üzerine her yıl minimum 3 film çıkaran sektör, ilk kez kölelik mevzusuna bu kadar önemli bir perspektifden bakıyor. Solomon Northup’un dili ağır biyografisinden beyazperdeye uyarlanan hikaye, kalbi taşlaşmamış herkesin yüreğine dokunan ve gözyaşlarını harekete geçiren bir içeriğe sahip. Şimdiden de cebine Altın Küre, Critics’ Choice ve PGA gibi önemli ödülleri doldurdu. Her ne kadar büyük eleştirmen birlikleri (New York, Los Angeles, Southeastern) McQueen’e yüz vermemiş olsa da sektör 12 Years a Slave’i kucaklamaktan geri kalmıyor. Büyük ödülle birlikte En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ve En İyi Uyarlama Senaryo dallarında da iddiası var.
McQueen yine kendine bir karakteri seçip fiziksel ve zihinsel olarak zorlayıcı koşullara maruz bırakmış. Fakat bu sefer o karakter başrolde değil, Lupita Nyongo’nun olağanüstü performansıyla kısaca karşımıza çıkıyor. McQueen, kimilerinin iddia ettiğinin aksine Oscar için kotarmamış bu filmi. 12 Years a Slave önemli cümleler kuran kişisel bir proje olduğu gibi, aynı zamanda yönetmenin imzası haline dönüşmüş sınayıcı tavra da sahip. Asla seyirci için işleri kolaylaştırmamış ve atılan kırbaçları, Solomon’un asıldığı ipi, hatta Patsy’nin suratına atılan sürahiyi bile seyircisine hissettirmeyi başarmış. Üstelik Hollywood’un yıllanmış yönetmenlerinin aksine bu hazmı zor mevzuları, en ağırbaşlı haliyle önümüze sunuyor. 12 Years a Slave büyük kalabalıklara oynamadığı gibi, McQueen’in tartışılmaz zekası sayesinde belli bir derinliğe ulaşmayı başarıyor. Özetle Schindler’s List’in soykırıma getirdiği açıklamayı, tamamen kendine has bir şekilde köleliğe adapte ediyor.
DAVID O. RUSSELL
Yıllar evvel I Heart Huckabees setinde Lily Tomlin ile yaptığı kavgayla tanınıyordu David O. Russell. Fakat öyle güzel bir şekilde revize etti ki kariyerini, arka arkaya gelen The Fighter ve Silver Linings Playbook ödülden yana yüzü gülen filmler oldu. Christian Bale, Melissa Leo ve Jennifer Lawrence’ın Oscar ödülleri David O. Russell sayesinde geldi. Bu yıl da uzunca bir süre herkeslerden gizlediği, herhangi bir festivale yollamadığı, tek fragmanla uzunca bir süre idare etmemize sebep olan American Hustle ile yarışın içerisinde. Neredeyse son dakikada Akademi’nin huzuruna sunulan filmin yönetmeni, şu aralar gişede başarılarına bir yenisini ekliyor. Üstelik Silver Linings Playbook’dan sonra bir kez daha dört oyuncusuna birden Oscar adaylığı kazandırmayı başardı. Üretkenliğinin zirvesinde olan DOR, bu tempoyla daha ne kadar devam edecek bilinmez. Fakat o kaliteyi düşürmediği müddetçe, sektör kendisini kucaklamaya devam edecekmiş gibi gözüküyor.
David O. Russell’ın American Hustle’ını, ne yazık ki Silver Linings Playbook kadar sevemedim. Fakat oyuncularıyla olan muhteşem iletişimi perdenin bu tarafından bile belli oluyor. Geveze ve sıradışı karakterlerin dünyasına The Fighter ile adım atan Russell, Silver Linings Playbook’dan sonra bu kez de American Hustle ile üçüncü kez bu bambaşka insanları ziyaret ederken bizlere eşlik ediyor. Ritmini asla bozmayan kamerası, 70’li yılları arka planına almış eğlenceli bir seyirlik çıkarıyor ortaya. Sıradan olanı süsleyip, karikatürize bir hale getirmekte uzman olan Russell, bu sefer de altın dokunuşunu kadın – erkek ilişkilerinin fark ettirmeden ön plana geçtiği bir hikayeye yapıyor. Amy Adams, Jeremy Renner, Jennifer Lawrence, Bradley Cooper ve Christian Bale’a da kendilerini gösterebilecekleri kocaman alanlar bırakıyor. Fikir açlığını bir türlü öldüremeyen Russell, yaratıcı kalemiyle birlikte boşlukları da en doğru şekilde değerlendiriyor.
MARTIN SCORSESE
Onun için herhangi bir şey demeye gerek var mı bilmiyorum. Amerikan sinemasının gelmiş geçmiş en iyilerinden biri Martin Scorsese. Taxi Driver, Goodfellas, Raging Bull, The King of Comedy, After Hours, The Departed, Casino ve daha nicesi… İnanılmaz bir sinema aşkı ve ders diye okutulacak kadar iyi inşa edilmiş filmleriyle yeni gelen tüm sinemaseverlere bitmek bilmeyecek bir haz yaşatıyor. The Wolf of Wall Street, 2013’ün tam anlamıyla yarışa dahil olan son filmi. Aldığı Oscar adaylıklarının hepsine şok gözüyle bakmak bile mümkün. Yeni oylama sistemi start aldığından beri son dakika gollerinin yarışta pek de işlevi olmadığına şahit olmuştuk çünkü. Tabii Scorsese, yine kudretini gösterip 2013’e güzel bir nokta koydu. Her ne kadar kimi eleştirmenlerin gazabına uğrasa da sevenlerinin tutkuyla bağlandığı yapımlardan birine dönüştü. Belki de aldığı Oscar adaylıklarının tek açıklaması bu aşırı sevgidir.
Sinema dünyasına kanıtlayacak bir şeyi olmayan, daha doğrusu bu konuda asla bir kaygı barındırmayan Martin Scorsese yine ABD yapımları arasında yılın en iyisi olmaya aday bir film çıkarmış. Tarifi mümkünsüz enerjisi ve gerçek olduğuna inanmakta zorlandığınız uç karakterleriyle The Wolf of Wall Street bambaşka bir deneyime dönüşüyor. Oyuncularını doğaçlamaları için teşvik eden, hatta Leonardo DiCaprio’nun söylediğine göre doğaçlamalar üzerinde tekrardan doğaçlama yaptırarak kariyerinin en iyi filmlerinden birine imza atmış Scorsese. Hatta kimileri Jordan Belfort’un hikayesinin Goodfellas’dan beri Scorsese’den izledikleri en nitelikli yapım olduğu konusunda da hemfikir. The Wolf of Wall Street’i sadece Belfort’un eksiksiz biyografisi değil, Wall Street’in sansürsüz ve çarpıcı bir tablosu olarak da nitelendirmek mümkün. DiCaprio ile olan beşinci ortaklığı yine hayal kırıklığı yaratmıyor. Üç saatlik maraton boyunca garip ama canlı, tiksindirici ama sıradışı bir film çıkarıyor.
PAUL GREENGRASS
Bu beşli arasında hakkında iyi şeyler yazmakta en zorlandığım isim Paul Greengrass. Ne Bourne serisi, ne Bloody Sunday, ne de United 93 çok hayranı olduğum yapımlar değil. Fakat ödül sezonunda neden bu kadar adının geçtiğini ve yönetmenin hayranlarının neleri beğendiğini az çok idrak edebiliyorum. Yarıştaki iddialı yapımların aksine yolculuğuna Eylül sonunda New York Film Festivali’nde başlayan Captain Phillips, ABD yapımı filmler arasında bu sene hem eleştirel hem de ticari anlamda doyurucu bir noktaya ulaşmayı başardı. Tom Hanks’in de dahil olduğu agresif kampanya meyvelerini az çok da olsa toparladı. Gerçi yönetmen, erkek oyuncu ve görüntü yönetimi dallarındaki yokluğu dikkat çekiyor. Fakat böylesine ciddi bir yarışın olduğu 2013’de, tutku oylarından mahrum olan Captain Phillips’in bir yerlerde tökezleyeceğini az da olsa tahmin edebiliyorduk. Her şeye rağmen 6 dalda Oscar adayı olduğunu unutmamak gerek.
Paul Greengrass, United 93’den bildiğimiz formüllerini yine yakın tarihten yaşanmış bir olaya uyarlamış. Teknik anlamda hakikaten de sıkıntısı olmayan, belki senaryodaki hedefi şaşıran atışlar olmasa benim açımdan da üst sıralara tırmanabilecek bir yapım. Kamerasını her daim hem iç hem de dış çekimlerde öyle bir noktaya yerleştiriyor ki Greengrass, senaryosu olan bir filmden çok belgesele yakın bir tat veriyor. Tom Hanks ile Barkhad Abdi’nin karakterlerinin arasında kurulan dinamik filmin bel kemiği niteliğinde. Captain Phillips için tam anlamıyla bir yönetmen filmi demek mümkün olmasa da o öznel bakış açısı her zamanki gibi yüzeye çıkmayı başarıyor. Özellikle filmin son 15 dakikasında 2013’ün en dramatik sahnelerinden birini sunuyor. Filmin en başarılı olduğu nokta ise okyanusun orta yerinde yaratılan çaresizlik hissi. Hanks’in kaptanlığındaki Maersk Alabama’ya vuran dalgalar seyirciyi tutuyor.
***
Gelelim DGA tahminlerime… Alfonso Cuaron’dan başkasının bu ödülü alabileceğine pek inanmıyorum. Steve McQueen eğer ki bir atak yaparsa zaten 12 Years a Slave’i bundan sonra kimse tutamaz. David O. Russell’ın ise bana kalırsa şansı yok. Çünkü burada tamamen yönetmenlerin oy verdiğini unutmamak gerek. Russell daha çok oyunculardan oy alabilecek bir isim. Ki bu da onu Akademi Ödülleri’nde daha şanslı kılacak bana kalırsa. Martin Scorsese ve Paul Greengrass için ise diyecek bir sözüm yok. Tabii gönül Scorsese’nin atak yapıp her şeyi toplamasını ister; fakat The Wolf of Wall Street çoğunluğunu oyunu alabilecek bir film değil. Pazar sabahı sonuçlar açıklandığında görüşmek üzere diyelim. Şimdilik hoşçakalın.