Tembelin Günlüğü

Tembelin Günlüğü

Yayınlandı

on

İzleyip biriktirdiğim, uzun uzun yazılar yazmak isteyecek kadar çok sevmediğim ve yılın ilk aylarında gösterime giren filmleri toplayıp tek bir başlık altında buluşturmaya devam ediyorum. Bugün Tembelin Günlüğü‘nde gereğinden fazla kötü eleştiri alan Transcendence, yeni bir The Hunger Games olma yolunda emin adımlarla ilerleyen Divergent, Cameron Diaz’ın bir başka kötü komedisi The Other Woman, Nick Frost’ı Simon Pegg’siz izlemek isteyenler için Cuban Fury, “yeniden yapım”ların son örneği Robocop ve Liam Neeson’ın tansiyonu yüksek klostrofobik aksiyonu Non-Stop var. Hadi başlayalım!

Christopher Nolan filmlerinin vazgeçilmez sinematografı Wally Pfister, artık yönetmenle arasına kara kedi girdiğinden mi yoksa kariyerinde yeni bir sayfa açmak istediğinden mi bilinmez Transcendence isimli projesi için çok önceden çalışmalara başlamıştı. Filmin kadrosu oluşturuldukça seyircinin beklentileri arttı. Ardından hikayenin Inception’ın çizgisinde bir derinliğe sahip olduğu düşünüldü ve bir anda 2014’ün en çok merak edilen filmlerinden birine dönüştü. Fakat o kadar çok ertelenip tarihi değiştirildi ki, stüdyonun bu kararsızlığı filmden çok şey beklemememizi işaret ediyordu adeta. Nitekim Wally Pfister’ın ilk yönetmenlik denemesi gösterime girdikten sonra da çok kötü eleştiriler aldı. Ne yalan söyleyeyim, bu ağır eleştirilerin üzerine beklentilerimi çok düşürdüğümden olacak, ben filmden keyif almayı başardım. Transcendence zengin kadrosunu akıllıca kullanmayarak, oldukça sığ bir şekilde kaleme alınmış ekstra karakterleriyle çok zaman kaybetse de tüm hantallığına rağmen başından sonuna kadar merak unsurunu korumayı başarıyor. Biraz da yapay zeka üzerinden gelecekle ilgili sorular sorarak, insanoğlunun duygusal zayıflığının altını çiziyor ve makinelerin asla ama asla canlıların yerini dolduramayacağını hatırlıyor. İlk çeyreğindeki temposunu tüm film boyunca korumuş olsa pek ala bu yılın iyi aksiyonları arasına adını yazdırabilirmiş. Fakat Jack Paglen’ın senaryosu çoğu zaman kolaya kaçıyor. Johnny Depp, Rebecca Hall, Paul Bettany, Cillian Murphy, Morgan Freeman gibi tanıdık yüzleri izlediğinizle kalıyorsunuz özetle. [C+]

Sabun köpüğü filmlerin bu yılki temsilcisi olan The Other Woman, yönetmen Nick Cassavetes’in uzun zamandır kendini salt dramadan sıyırdığı ilk proje. Başrolünde daha evvel My Sister’s Keeper da anne rolünde izlediğimiz Cameron Diaz var. Ayrıca kadroya hepimizin rüyalarını süsleyen Kate Upton ve kendi jenerasyonunun açık ara en iyi komedi aktrislerinden biri olan Leslie Mann’ı da eklemiş. Aynı adam tarafından aldatıldığını öğrenen üç kadının birbirlerine zarar vermek yerine, onları aptal yerine koyan adamdan intikam alışlarını anlatıyor. 90’lı yılların sonunda Spice Girls ile start alan “girl power” kavramının 2014 modeli kısacası. Ama tabii etik olarak herhangi bir görüşe uymayışı ve tabii Cassavetes’in feminist söylemler yerine daha unutulur repliklere yer vermesi sebebiyle tahammülü zor bir filme dönüşmüş. Biraz da bana Tarık Akan ve Gülşen Bubikoğlu’nun başrollerinde yer aldığı “Ah Nerede” filmini hatırlattı. Hani şu Ferit‘in intihara kalkıştığı. Ne yazık ki The Other Woman’da o naif tutku da mevcut değil. Ama ne var? Sözde filme biraz mizah katmaya çalışan sığ bir Nick Minaj ve Game of Thrones haricinde pek izleme fırsatına erişemediğimiz Nikolaj Coster-Waldau. [D]

Taken sonrasında kariyerini unutulmaya mahkum filmlerle donatmaya ant içen Liam Neeson, sene başında bir şekilde çok konuşulmayı başarmış Non-Stop ile sinemalarımıza uğramıştı. Filmde 12 Years a Slave sayesinde peri masalının baş kahramanına dönüşen güzeller güzeli Lupita Nyong’o da rol aldığı için ödül sezonunda bahsini etmiştik diye hatırlıyorum. Neeson’ı Orphan ile kendince bir hayran kitlesi edinen yönetmen Jaume Collet-Serra ile bir araya getiren yapım, açılış ve finaldeki istisnaları saymazsak, tamamı bir uçakta geçen oldukça keyifli bir aksiyon. Bugüne kadar görmediğimiz tek bir olaya, duymadığımız tek bir repliğe imza atmasa da nabzı yüksek, gerilimi hep aynı hizada tutmayı başaran bir iş. Üstelik hizmet ettiği klostrofobik atmosferi seyircisine geçirmekte de hiç sıkıntı yaşamıyor. Bu tarz yapımların tek amacı seyirciyi de bir şekilde karakterlerin tutsak kaldığı serüvene dahil etmek olduğu için Non-Stop bunları başararak hikayenin hiç aksamamasını sağlıyor. Ama tabii Julianne Moore’un karakterine yazılan berbat hikaye ve Michelle Dockery’yi adeta bir figüran gibi kullanmaları affedilecek gibi değil. Özetle yine unutulmaya mahkum olsa da en azından seyir süresi boyunca izleyiciyi sıkmayan, hatta finale kadar nefes aldırmadan sürüklemeyi başaran bir yapım. [C]

Yeni bir The Hunger Games olması beklenen ve tıpkı Jennifer Lawrence’da olduğu gibi Shailene Woodley’nin de yıldızının parlamasına epey katkı sağlaması istenen Divergent, ticari anlamda amaçlanana ulaşsa da eleştirel olarak batıp gitmişti hatırlarsanız. Sonunda sinemada filmi izlemeye gitmek için zahmet etmeyenler olarak filmle buluştuk. Benzetmelerden pek hoşlanmasam da The Hunger Games bu film de, daha doğrusu uyarlandığı kitap da, alternatif bir gelecekte geçiyor. Film kısacık bir açıklamayla geçiştiriyor olsa da toplum insanların beş gruba ayrıldığı yeni bir yönetim şeklinin parçası olmuş. Fakat aralarında herhangi bir gruba uyum gösteremeyenlere, daha doğrusu birkaç gruba birden asimile olabilenlere “divergent” ismi verilmiş. İlk kitaptan uyarlanan serinin ilk ayağı da bir uyumsuz kızımızı, Shailene Woodley tarafından canlandırılan Tris’in öyküsünü anlatıyor. Açıkçası oldukça orijinal fikirler var tüm bu konseptin. Uygulamada da herhangi bir sıkıntı olduğunu düşünmüyorum. Ama The Hunger Games’in ilk filminde olduğu gibi burada da 16 yaş altındaki gençlere hitap etmek için inanılmaz bir efor sarf ediliyor ve bu da çoğu sahnenin bir ilkokul piyesine benzemesine sebep oluyor. Bu arada film boyunca Theo James’in kim olduğunu hatırlamak için kendimi parçaladım. Meğer Downton Abbey’nin ilk sezonunda Mary’ye hallenen Türk ateşe Kemal Pamuk’muş. Umuyorum serinin diğer yapımlarında The Hunger Games gibi aşama kaydetmeyi başarabilirler. Bu haliyle çok yol alabileceklerini, daha doğrusu eleştirmenleri tatmin edebileceklerini pek zannetmiyorum. [C+]

Cornetto Üçlemesi sayesinde ülkemizde de hatırı sayılır bir hayran kitlesi edinen Simon Pegg ve Nick Frost ikilisinden sadece Frost’ı ağırlayan bir film Cuban Fury. Gerçi Pegg’i de birkaç saniyelik bir rolde izliyoruz ama meydan tamamen Frost’a kalmış. Adından da anlaşılabileceği üzere kendini çok ciddiye almayan, dans temalı ve oldukça da zengin bir kadrosu bulunan bir yapımla karşı karşıyayız. Britanya’dan her yıl böyle sabun köpüğü, ama hakikaten de komedi anlamında istediğine ulaşan işler çıkıyor. Gerçi Cuban Fury’nin yüzde yüz temiz ve orijinal mizah yaptığını söylemek güç. Ama çok zorladığı anların bile farkında olan, dolayısıyla çok reaksiyon alamayacakları sahneleri kısa kesen, kolay takip edilebilir bir ritmi var. Başroldeki Nick Frost’a, Parks and Recreation ile tanıyıp sevdiğimiz Rashida Jones ve İngilizler’in yeni gözdelerinden Chris O’Dowd eşlik ediyor. Bu alışılmışın dışındaki komedide, hakikaten de inanılması güç bir aşk üçgeni oluşturmaya çaba gösteriyorlar. Sizi şen kahkahalarınızla dans dolu akışına dahil etmek isteyen hikaye de biriciğimiz Olivia Colman’a da ufak bir rol tahsis edilmiş. Hatta Colman geçtiğimiz sezon The Graham Norton Show’da Cuban Fury’nin tanıtımını yaparken bile ekip olarak yaptıkları işi çok ciddiye almadıklarının altını çizmiş, seyirciye eğlenmek için sinemalara davet etmişti. Çok bir şey beklenmeden, sırf Frost’un hatrına ya da vakit öldürmek için izlenebilir. [C]

Bugünün son konuğu da 90’lı yıllardan sonra ilk kez sinemalarımıza konuk olan RoboCop. İlk filmleri yıllar önce televizyonda izlediğim için hatırlamakta güçlük çekiyorum; fakat 2014 yapımı öykünün oldukça stabil bir akışa sahip olduğunu söylemem gerek. Bu tarz yeniden çevrimlerde en büyük sıkıntı ilk filmdeki ikonik karakterlerin yerini alacak oyuncuların başarı oranı olduğu için, Joel Kinnaman ve Gary Oldman’ın başını çektiği ekip istenileni tam anlamıyla yerine getirerek, yeni nesil RoboCop’ın hiç sekteye uğramamasına yardımcı oluyor. Hikayenin özüne dönen ve bu yarı robot, yarı insan adalet bekçisinin nasıl bu hale geldiğini anlatan 2014 yapımı yeniden çevrim özellikle ana karakterinin psikolojisine fazlasıyla yer ayırıyor. Ki filmin büyük bir kısmının buna yer ayırması da bir buçuk saatin sonunda karşınızda bir aksiyon değil, hantal bir drama olduğunu düşünmenize sebep oluyor. Fakat özellikle Joel Kinnaman’ın role çok yakıştığını ve filmi sıradanlığından kurtardığını düşünüyorum. Jackie Earle Haley, Michael K. Williams ve Jennifer Ehle gibi sevdiğimiz karakte oyuncularını buluşturması dışında teknolojik devrimler üzerinden insan doğasındaki kusurlara ufak dokunuşlar yapıyor olması da cabası. [C+]

Yorum yazın...Cevabı iptal et

Exit mobile version