TV
En İyi 10 Yaz Dizisi
Bu sene Oscar Boy’da ufak bir değişikliğe giderek yılı ikiye ayırdım. Oscar ve öncesinde dağıtılan ödüllerin olduğu sezonda filmlere, Emmy arefesinde ise (özellikle yaz ayları) televizyona ağırlık verdim. Biliyorum, aranızda filmlerle ilgili içeriği özleyenleriniz var; ama oldukça az bir zaman kaldığı için sabretmenizi rica etmekten başka yapabilecek bir şeyim yok şimdilik. Hazır bu konsept almış başını gitmişken televizyon için uzun yıllardır olmadığı kadar bereketli geçen yazdan 10 yeni diziyi huzurlarınıza sunmak istedim. True Blood, Teen Wolf, Masters of Sex, Suits ve Ray Donovan’dan kalan zamanlarında “Ne izlesem?” sorusuna cevap veremeyenlere, sonbahardan evvel araya çeşit katmak isteyenlere gelsin bu özel dosya. Halt and Catch Fire, Outlander, Married, Partners ve Dominion’ı da denediğimi; ama burada yer almayı hak edecek kadar iyi olmadıkları için listeme dahil etmediğimi de ekleyeyim. Buyrun size 2014’ün en iyi 10 yaz dizisi:
10. Finding Carter (MTV)
Teen Wolf ve Awkward sonrası bu yıl elini Faking It ile genişleten MTV, orijinal programcılıkta gençlere hitap etmeye devam ediyor. The CW’nun en büyük rakiplerinden biri olan kanal, artık müziğin nabzını tutmayı bir kenara bırakıp reality showlara epey vakit ayırmaya başlamıştı biliyorsunuz ki. Şimdi de yeni cicileriyle dizi sektöründe yerini almaya çalışıyor. Finding Carter muhtemelen bu yaz başlayan en zayıf dramalardan biri. Fakat MTV izleyicisine hitap edebilecek bir içeriğe sahip. Esas kızımız Carter, pilot bölümde yıllardır annesi olarak tanıdığı kadının onu küçükken gerçek ailesinden kaçırdığını öğreniyor ve biyolojik ebeveynleriyle kardeşlerinin bulunduğu eve gönderiliyor. Ergenliğinin baharındaki Carter asi ruhunu bu evde konuşturup, hakiki akrabalarına ızdırap çektirerek ömrünü devam ettiriyor. Başrolde Skins’in ikizlerinden lezbiyeni canlandıran Kathryn Prescott ve Lost hayranlarının yakından tanıdığı Cynthia Watros var. Ömrü ne kadar sürer bilmiyorum; ama kanalın standartlarına bakılırsa yolu epey uzun.
9. Extant (CBS)
Bugüne kadar Band of Brothers, The Pacific ve United States of Tara gibi iyi dizilerin yapımcılığını yapmasına rağmen Steven Spielberg’ün son dönemde karşımıza çıktığı Terra Nova, Smash ve Under the Dome sebebiyle televizyon piyasasından uzak durması gerektiğini düşünmeye başlamıştık. Derken elinde The Good Wife haricinde iyi bir drama olmayan CBS ile bir araya gelip, başrolünde de Halle Berry’nin olacağı kesinleşen Extant’ın haberi geldi. Eskiden biliyorsunuz ki sinemadaki önemli oyuncuların televizyon projelerinde yer alması bir düşüş olarak değerlendiriliyordu. Fakat bu tabular yıkıldı. Oscar ödüllü (yetenekleri tartışmaya açık) Berry’nin Spielberg ile olan iş birliği de bunun başka bir örneği. Dizi uzaydaki 13 aylık görevinden sonra eve dönen bir astronotun hamile olduğunu öğrenmesiyle start alıyor. Şimdiden sekiz bölüm yayınlandı; fakat pek çok sorunun cevabı verilmediği gibi eldeki suallere yenileri de ekleniyor. Klasik broadcast samimiyetsizliğinden nasibini almış olsa da kendisini izleten, merak uyandıran bir yapısı var Extant’ın. Yaz aylarının enteresan başlangıçlarından. Bu aradaki Looper’daki felaket tellalı ufaklık Pierce Gagnon ve Meryl Streep’in kızı Grace Gummer da dizide kilit karakterlerden ikisine can vermekte.
8. The Strain (FX)
Guillermo Del Toro’nun karanlık dünyasından televizyonlara terfi eden The Strain, FX’in birbirinden özgün yapımlarla dolu programındaki yeni üyelerden biri. Kış aylarını American Horror Story ile geçiren kanal, şimdi de yazı The Strain’in sıradışı vampirleriyle dolduruyor. Vampir dediysem öyle bildiğiniz seksi True Blood vampiri ya da muhafazakar Twilight dişlilerinden değil. Tam da Del Toro’nun tarifi mümkün olmayan hayal dünyasına yakışır cinsten varlıklar hepsi. Midnight in Paris ile hayatlarımıza giren, House of Cards’da takdirimizi toplayan Corey Stoll dizinin başrolünde yer almakta. Broadchurch’ün deneyimli yıldızlarından David Bradley ve Lord of the Rings serisinin vazgeçilmez yüzü Sean Astin de The Strain’de karşımıza çıkan isimler arasında. Fantastik öyküleri seven izleyiciler için şimdiden bir fenomene dönüşen dizinin yapımcılarından biri de Lost’un görünmeyen kahramanlarından Carlton Cuse.
7. Almost Royal (BBC America)
Almost Royal, benim doğaçlama mizaha olan hayranlığım sebebiyle bu listedeki yerini aldı. Büyük ihtimalle risk almayı sevmeyen televizyon izleyicisinin bu 10 dizi arasında alışmakta en zorlanacağı yapım. İlk sezonunda iyi reytingler elde edemeyen Almost Royal, BBC America’nın pazarlama yanlışlarının kurbanı olsa da Sacha Baron Cohen’in daha büyük kitlelere ulaşmasını sağladığı bir komedi türünü yeni bir başlık üzerinde denemeye alıyor. Başrollerdeki Ed Gamble ve Amy Hoggart, Amerika’daki eyaletleri teker teker ziyaret eden iki kraliyet üyesi olarak karşımıza çıkıyorlar. Kendilerini Kraliçe’nin akrabası olarak tanıtıp soylu olduklarına karşılarındakileri inandırdıkları için BBC’nin Amerika’daki ayağında adeta ülkenin vatandaşlarıyla alenen dalga geçen bir iş izliyoruz. Büyük ihtimalle ikinci sezon onayı gelmeyecek ve Almost Royal da pek çok kaliteli komedi gibi sırf bünyesinde yeteri kadar ünlü birisi olmadığından dolayı dizi çöplüğünü boylayacak. Fakat ben 7 bölümlük ilk sezonu izlemeniz için diretmeye devam edeceğim. Bakarsınız bir sürpriz olur ve BBC America onayı verir.
6. Tyrant (FX)
Her ne kadar pek kıymetli Televizyon Akademisi (ATAS), The Americans’ı görmezden gelse de dizinin televizyondaki en kaliteli yapımlardan biri olduğu konusunda herkes hemfikir. FX ekranlarında seyirciyle buluşan The Americans’a bu sene Orta Doğu’dan bir kardeş geldi. Tyrant her ne kadar Matthew Rhys ve Keri Russell’lı diziden karakteristik farklılıklara sahip olsa da aynı potada The Americans ile Homeland’i buluşturuyor. Ki zaten dizinin arkasında da Homeland ve Homeland’in kökü olarak görülen İsrail dizisi Prisoners of War’un yazarı Gideon Raff var. Lakin burada yine bir parantez açıp Tyrant’ın soap opera kurallarına daha çok uyduğu ve kimi zaman politik söylemlerini seyirci için hazmı kolaylaştırılmış entrikalar üzerinden yaptığını söylemem gerek. Bu bağlamda Homeland’in üçüncü sezonuyla epey benzerlik gösterdiği de iddia edilebilir. Konuya gelirsek… Adını bilmediğimiz bir Orta Doğu ülkesinde doğan Bassam (Adam Rayner), çocukluğunda ailesinden kaçmış ve Amerika’da kendine yeni bir hayat kurmuştur. Yeğeninin düğünü için ülkesine geri dönünce doğduğu topraklardaki köklü değişime bir şekilde dahil olmak zorunda kalır.
5. Satisfaction (USA Network)
Bugüne kadar tek bir dizisini dahi izlemediğim USA Network, büyük bir sürpriz yapıp malzemesi oldukça bol olan bir konuya el atmış. Enlightened’da muhteşem bir yorumunu gördüğümüz orta yaş bunalımına erkek bakış açısından yaklaşıp bir de üzerine karı koca arasındaki sadakat mevzularını jigoluluk üzerinden irdeleyen bir dizi çıkmış. Henüz yeteri kadar izleyiciye ulaşabilmiş değil. Ama kısa zamanda ödüllerin olmasa bile, seyircinin favorilerinden birine dönüşeceğine şüphem yok. Ara ara pembe dizi kıvamında sahnelerle oyalasa da, dramatik ağırlığının altından da kalkmayı becerebilen bir iş. Benim kadroda daha evvel izlediğim tek bir isim dahi yok. Matt Passmore hayattan bunalmış esas adamımızı, Stephanie Szostak her şeyi tetikleyen karısını, Blair Redford ise filmin merkezindeki ailenin hayatına etki eden jigoloyu canlandırıyor. Biraz felsefe üzerine kafa patlatıp, karakterlerini daha sağlam temeller üzerlerine kurarak hikayeyi boyutlandırırlarsa tadından yenmeyecek bir diziye dönüşebilir. Ki şu haliyle bile bağımlılık yapıyor.
4. You’re the Worst (FX)
Louie haricinde bünyesinde doğru düzgün bir komedi barındırmayan FX, iki yıl evvel başlattığı Anger Management sonrası bu yaz üç yeni komediyi programına dahil etti. Married ve Partners bana hitap etmeyi başaramasa da You’re the Worst epey heyecan yaratıyor. Community, Parks and Recreation ve Veep gibi standartları daha yüksek olan yapımlarla yarışabilecek bir kapasiteye sahip bu yeni dizi. Zeki olduğunu göstermeye korktuğu anlarda klasik bir kadın erkek hikayesine dönüşse de her bölümünde daha da büyük adımlar atarak yoluna devam ediyor. Başrollerdeki Chris Geere ve Aya Cash, ilişkilerin klişe rutinlerinden bıkmış ve önceki kötü maceraları sebebiyle bağlanma problemine sahip olan bir ikiliyi canlandırmakta. Tabii ki de bu sıradışı karakterlerin yolu kesişiyor ve sonrasında da peri masallarına değil ama 21. yüzyıla çok yakışan bir hikaye start alıyor. Şimdilik yılın en iyi yeni komedisi olduğunu iddia etmekte bir sakınca görmüyorum. Başlayınca bana hak vereceğinizden de oldukça eminim.
3. The Knick (Cinemax)
Dizi sektöründe pek adı anılmayan Cinemax, aslında tıpkı HBO ve Showtime gibi orijinal içeriğe sahip bir kablolu kanalı. Fakat üç yıl evvel start alan Strike Back ve geçen senenin sürprizlerinden Banshee’nin sınırlı sayıdaki izleyicisi haricinde Cinemax’e yolu düşen kimsecikler yok. Beyazperdedeki çalışmalarına mola vermekte kararlı olan Steven Soderbergh’in Behind the Candelabra sonrası bir kez daha bir televizyon projesi için kamera arkasına geçtiği The Knick, Cinemax’i ünlü edecek dizi gibi gözüküyor. Başrolünde başarılı oyuncu Clive Owen’ın yer aldığı The Knick, 1900’lü yılların başında New York’daki bir hastanede çalışmakta olan bir grup doktoru anlatıyor. Yalnız bunu geleneksel yollardan yapmak yerine hem dönemin tıbbi sıkıntılarının altını çiziyor, hem de kullandığı tezat müziklerle önümüzdeki tüm tablonun vahşiliğini ortaya çıkarıyor. Şimdiden 10 bölümlük ikinci sezonun onayını alan yapımın bir diğer enteresan özelliği de her bölümünün aynı yönetmen (Steven Soderbergh) tarafından yönetilip, aynı senaristler (Jack Amiel & Michael Berger) tarafından yazılmış olması. Bu arada ikinci bölümünün prömiyerinden daha çok reyting elde ettiğini de hatırlatayım.
2. The Honourable Woman (BBC Two)
Listemdeki tek mini dizi olan The Honourable Woman, bu yazın hak ettiği ilgiyi görmeyen yegane projesiydi sanıyorum. Benim çok severek izlediğim The Leftovers bile pek beğenilmemesine rağmen herkes tarafından denendi. The Honourable Woman’dan haberi olmayanların sayısı ise oldukça fazla. Amerika’da Sundance TV’nin ekranlara getirdiği yapım, İsrail ve Filistin arasındaki bir telekomünikasyon projesine yatırım yapan ve bu uğurda pek çok risk alan iki İngiliz kardeşin gizemli hikayesini anlatıyor. Ama tabii merkezde Maggie Gyllenhaal’un canlandırdığı Nessa Stein yer almakta. Elindekileri bir anda önümüze döküp malzemesini hemen tüketmek yerine, pek çok suale sabırla zaman içerisinde cevap veren The Honourable Woman iki farklı izleyiciyi bir araya getiriyor. Müzik kullanımı ve kendini pek hissettirmeyen estetik kaygıları ana akım sinema izleyicisini tatmin ederken, hikayesinin derinliği de her şeyden evvel senaryoyla ilgili beklentileri olanları diziye bağlamayı başarıyor. Eğer büyük bir rakip çıkmazsa önümüzdeki yıl Gyllenhaal pek çok heykelciği evine götürebilir.
1. The Leftovers (HBO)
Eleştirmen çevrelerince adeta kum torbasına dönüştürülen The Leftovers, HBO’nun daha çok sevilen pek çok dizisinden iyi olmasına rağmen tüm yazı sanki yeni sezon onayı alamayacakmış gibi geçirdi. Ama neyse ki dizilerini tek sezonda ekrandan göndermeyi sevmeyen HBO, hayranları da gözeterek onayı verdi. The 4400 ve Les Revenants’daki açıklanamaz bir nedenle bir anda ortadan kaybolan insanlar var The Leftovers’da da. Dizinin pilot bölümü de bugüne kadar bu konuyla ilgili çekilmez en güzel “kayıp” sahnesiyle başlıyor. Ama sonrasında geriye dönenleri değil, gidenlerin ardında bıraktıklarını ve yeni dünya düzenini anlatıyor. Tom Perrotta’nın başarılı romanından dizi haline getirilen The Leftovers’ın başrolünde Justin Theroux yer almakta. Yalnız kadroda adını yeni öğreneceğiz birbirinden iyi oyuncular var. Yaşlandığını kabullenmek zorunda kaldığımız Liv Tyler’ı ve başarılı karakter oyuncusu Ann Dowd’ı saymazsak Amy Brenneman, Margaret Qualley, Carrie Coon ve Christopher Eccleston aklıma gelen o yeni isimlerden birkaçı. Yorumlara bakarak izlememezlik etmeyin ve mümkünse bir değil, 2 ya da 3 bölüm tüketmeye gayret gösterin.