Spotlight
Tembelin Günlüğü
Tabii ki de yine pek sevmediğim filmleri birkaç satır konuşup geçiştireceğim, ne sandınız? Sezon boyunca izlediğim her yapım hakkında yazılı olarak bir iki kelam etmeyi kendime zorunlu kıldığım için üzerine çok çene çalmak istemediğim filmleri Tembelin Günlüğü’nde ağırlamaya devam ediyorum. Bu haftanın konukları bir devam filmi olarak başarısızlıkla boğuşan Dawn of the Planet of the Apes, bu senenin bir diğer Herkül uyarlaması Hercules, Scarlett Johansson ve Luc Besson ortaklığından doğan Lucy, iki efsane oyuncuyu buluşturan And So It Goes, Ryan Murphy oyuncularının bağımsızı Adult World ve kadrosuyla büyülümesine rağmen hayal kırıklığı yaratan This Is Where I Leave You.
Özellikle son kitabı One Last Thing Before I Go ile edebiyat dünyasında kendine bir yer edinen Jonathan Tropper’ın çok satan romanı This Is Where I Leave You‘nun beyazperde uyarlaması aklınıza gelebilecek tüm “trendy” aktörleri bir araya getiriyor. Arrested Development’ın ikinci sezonu ve yönetmenlik kariyeriyle eski günlerine geri dönen Jason Bateman’a yaşayan en iyi komedi yazarlarından / oyuncularından Tina Fey, Woody Allen’ın sinema dünyasına armağanı Corey Stoll ve Girls’de başlayan oyunculuk kariyerini doğru seçimlerle süslemeye devam eden Adam Driver eşlik etmekte. Ve ayrıca küçük rollerde televizyon yıldızı Connie Britton, sevmelere doyamadığımız Rose Byrne, bağımsızların vazgeçilmez yüzü Kathryn Hahn ve iki Oscar ödüllü efsane aktris Jane Fonda var. Peki bu kadar oyuncuyu bir araya toplayıp bir şey başarılabilmiş mi? Hayır. Film bitmek bilmez bir döngünün içerisinde debelenirken disfonksiyonel bir ailenin babalarının ölümünden sonra garip dini vecibelerini yerine getirmek üzere bir araya gelişi üzerinden ilerliyor. Her karakter o kadar sığ, o kadar tanıdık ki acaba kitap üzerinde de böyleydi mi diye düşünüyor insan. Bu kadar büyüleyici bir cast olmasa büyük ihtimalle daha düşük not verirdim. Fakat bu harika yüzlerin aynı genleri taşıyor olma ihtimali bile beni filme bağlamaya yetti. Bu arada ilginç bir detay, Tropper kitabını bizzat kendisi senaryolaştırmış. Yönetmen koltuğunda ise dokunduğu her şeyi rezalete dönüştüren Shawn Levy var. [C+]
Büyümek, yetişkin dünyasına ilk adımları atmak üzerine film yapmaya doyamayan Amerikan bağımsız sinemasının son örneği Adult World. Esasında çok da güzel bir şekilde başlayarak bizi ana karakterinin gerçekten ilgi çekici olduğuna ve daha önceden gördüğümüz hiç kimseye benzemediğine inandırıyor. Bir şair olma hevesiyle mezun olan esas kızımız hayal dünyasıyla gerçek hayatın arasındaki farkı ailesi ekonomik desteğini çekince anlamaya başlıyor. Ardından erotik film satan bir dükkanda işe girip yavaş yavaş başına yıkılmaya başlayan düzenini sıfırdan kurmaya çalışıyor. Tabii bu arada hikayeye bir tane romantik ilişki ve ne amaca hizmet ettiğini anlayamadığınız huysuz bir akıl hocası (!) yerleştirilmiş. Dediğim gibi Adult World start aldığında o kadar da tanıdık bir hissiyat vermemesine rağmen ikinci yarısında ana karakterinin özelliklerini tamamen değiştirip histerik bir kıza dönüştürüyor. Bu da tabii Emma Roberts’ın performansını abartmasıyla birlikte inandırıcılıktan oldukça uzak bir mevkiye atıyor bizi. Kariyerinin üzerine yıllar önce toprak attığımız John Cusack bir kez daha vasatlık sınırlarını zorlayan bir performansla karşımıza çıkıyor. American Horror Story sonrası X-Men sayesinde hayran kitlesini genişleten Evan Peters bana kalırsa filmin tek artısı. Ama onu bile doğru kullanmayı becerememişler. [C]
Yaşı geçmiş efsane oyuncuların artık ceplerine para koyma amacıyla mı, yoksa “İşleyen demir ışıldar, iyisi mi boş vaktimi havaya attığımda yere düşen ilk senaryodaki rolü kabul edeyim.” mantığıyla mı bilinmez kötü komedilerde oynama alışkanlığı başladı. Her daim severek takip ettiğim Diane Keaton ile en son geçtiğimiz yıl Behind the Candelabra’da harikalar yaratan Michael Douglas’ı izlediğimiz And So It Goes bu sene başınıza gelebilecek en rezalet şeylerden biri. Başından sonuna kadar nasıl oturduğumu dahi bilemiyorum. Oğlu daha önce varlığından hiç haberi olmadığı torununu Oren Little’ın evine bıraktıktan sonra daha evvel Michael Douglas’dan binlerce defa gördüğümüz karakter, komşusu Leah’nın da yardımıyla bu yeni duruma ayak uydurmaya çalışıyor. Tabii ki de filmde 60 yaş üstü romantizm ve seks ile ilgili inanılmaz gereksiz espriler var. Halbuki yarımakıllı Hollywood senaristleri bir Nancy Meyers ya da bir Nora Ephron kadar naif olamayacaklarını anlasalar, biz de bu tarz zeka yoksunu senaryolara maruz kalmaktan kurtulacağız. Neyse, tekrar edebimizi takınıp filme dönecek olursak… İzlemeyin. Sorgulamadan filmi unutun ve hızlıca uzaklaşın. [D]
Bu sene ne oldu bilmiyorum ama bir zamanlar Kanal D’de her Pazar günü evlerimize konuk olan ve tabii 90’lı yılların başında doğmuş çocukların çizgi filmiyle (ve tabii İstanbul’a uğrayan gösterisiyle) en sevdiği kahramanlarından birine dönüşen Herkül’e iki film birden çekildi. The Legend of Hercules’in ne kadar berbat olduğunu zaten daha önce konuşmuştuk. Dwayne Johnson, nam-ı diğer The Rock’lı Hercules ise nispeten daha eli yüzü düzgün ve özellikle işin teknik kısmına fazla mesai harcayan bir film olmuş. Ama tabii yine elinizde iskeleti dökülen bir senaryo var, orası başka. Filmin en büyük esprisi ise birbirinden değerli aktörleri bir araya toplamış olması. The Rock önderliğinde epik bir film izlediğinizi unutacak olursanız Ian McShane, Rufus Sewell, Joseph Fiennes, John Hurt, Peter Mullan ve Rebecca Ferguson’ın varlığıyla başınız dönebiliyor. Yine de neden yapıldığını anlayamadığınız pek çok dövüş sahnesi, meydan okumalar, tükürerek konuşan tarihi karakterler ve bir şeyler hissetmeniz için zorlayan müzikleriyle Hercules, ortalamanın altında bir deneyim olmaktan öteye gidemiyor. [C-]
Çok büyük bir Luc Besson hayranı olmasam da bugüne kadar yaptığı her işi ilgiyle takip ettim. Yaratıcı ve eğlenceli fikirleri beyazperdeye taşımayı seven Besson, Lucy ile de geleneği bozmamış. “İnsanoğlu beynin %100’ünü kullanabilseydi, ne olurdu?” sorusuyla yola çıkan Lucy oldukça yaratıcı, hatta ilgi çekici bir ilk yarıya sahip olmasına rağmen film ikinci yarısında kötü bir Hollywood aksiyonuna dönüşüyor. En berbat filmlerde bile üst düzey performanslar veren Scarlett Johansson, Lucy’nin salt aksiyona sardığı anlarda bile ikna edici olmayı başarmış. Sesi ve güzelliği haricinde yetenekli olduğunu artık tüm dünyanın kabul etmesi şart. Morgan Freeman daha evvel kendisini defalarca izlediğimiz benzer bir rolde karşımıza çıkıyor. Ve hikayedeki varlığının tam olarak neye hizmet ettiğini anlamakta da epey güçlük çekmenize sebep oluyor. Tekrar Lucy’nin bütününe dönecek olursak… Evet, eğer ilk yarısındaki eğlencesini devam ettirebilseydi büyük ihtimalle benden daha yüksek bir not alabilmeyi başarırdı. Ama şu haliyle tıpkı Boyhood gibi “İyi bir fikre sahip olmasına rağmen her şeyi eline yüzüne bulaştıranlar” listesinde kendisine yer ediniyor. [C]
Pek severek izlediğim Rise of the Planet of the Apes sonrası devam filminin haberini duyunca epey heyecanlanmıştım. Ama ne yazık ki Dawn of the Planet of the Apes‘i vizyona girdiği dönemde yakalayamadığım (Daha doğrusu tembellikten sinemaya gitmedim.). Dawn’ın aldığı eleştiriler Rise’dan iyi olunca da epey üzülmüştüm. Yalnız ne yazık ki büyük hayal kırıklığına uğradım. Görsel efektlerinde bir adım daha ileriye giden ve CGI teknolojisini iyice benimsememize sebep olan devam filmi ne yazık ki elindeki fırsatları iyi değerlendiremeyip ticari kaygısı oldukça yüksek bir filme dönüşmüş. İşin bir kötü yanı da, Dawn of the Planet of the Apes’deki insanların tek bir tanesini dahi umursamamamız ve kamera maymunlardan başkasını gösterdiğinde tüm dikkatimizin dağılması. Andy Serkis’e şapka çıkartarak karşısında saygıyla eğiliyorum. Bir gün eğer ki büyük ödüller bu tarz performansları değerlendirecek olursa işe ilk önce Serkis ile başlamaları şart. Fakat Dawn of the Planet of the Apes ilki kadar iyi olmayı başaramıyor. En azından benim için… [C+]