Tembelin Günlüğü

Tembelin Günlüğü

Yayınlandı

on

Aralık ayı eleştirmen birliklerinin ödüllerini dağıtmasıyla geçtiği için bu yoğun dönemde izlediğim filmleri yazmayıp köşeme çekildim. Ama şimdi Christmas sebebiyle sezon durakladı. O yüzden benim de izleyip bir kenarda biriktirdiğim filmleri başımdan savmak için kısa kısa yazdığım yazılara olan ihtiyacım arttı. Bugün Helen Mirren’ın berbat makyajıyla dikkat dağıtan The Hundred-Foot Journey, yılın önemli animasyonlarından The Boxtrolls, James Franco’nun neden izlediğimi bilmediğim filmi Good People, Kevin Costner’lı üçüncü sınıf bir drama Draft Day, Naomi Kawase’nin yaklaşık üç ayda bitirebilmeyi başardığım eziyeti Still the Water ve Berlin’den ödülle dönen Black Coal, Thin Ice‘ı konuşacağız. Buyursunlar…

Lasse Hallström bir dönem arka arkaya çektiği What’s Eating Gilbert Grape, The Cider House Rules ve Chocolat ile dikkatimizi çekmeyi başarmıştı. Pek yetenekli bir sinemacı olduğunu söylemek mümkün değil, ama iyi bir hikaye anlatıcısıydı her zaman. Lakin artık Hollywood’da kimsenin elini dahi sürmek istemediği plaj romanlarını alıp alıp uyarlıyor. Dear John, Salmon Fishing in the Yemen ve Safe Haven vasatlıklarından sonra şimdi de önümüzde The Hundred-Foot Journey var. Yapımcıları arasında Oprah Winfrey ve Steven Spielberg’ü barındıran yapım Fransa’ya göç eden bir ailenin üzerinden iki farklı kültürün restoranı arasındaki rekabeti de kullanarak Hassan isimli esas oğlanının hikayesini anlatıyor. Ben derin bir gastronomi sevdasına sahip olduğum için esasında izlerken filmin kusurlarına biraz göz yummadım değil. Lakin elindeki mizahi numaraları her 10 dakikada bir tekrarlaması, Helen Mirren’ın retinalarınızı yakacak berbat makyajı ve kulak tırmalayacı, kötü çalışılmış Fransız aksanlarıyla epey yorucu bir deneyime dönüşüyor film. Üstelik çok da dişe dokunur bir hikaye örgüsü de yok. Gördüğü her kadın ve erkeği bir şekilde hallendirmeye çalışan zeka yoksunu senaryosunu saymazsak karnınızı acıktıracak, ama anında da unutulacak işlerden. Helen Mirren’ın Altın Küre adaylığı ise tam bir HFPA skandalı. [C+]

Bu yıl animasyonlara ne yazık ki yeteri kadar vakit ayıramadım. How to Train Your Dragon ve Rio’nun devam filmleri haricinde bir şey izleyememiştim. Ama The Boxtrolls ile düzeni bozdum sanıyorum. Bu hafta içerisinde sizlere The Secret Life of the Princess Kaguya hakkındaki fikirlerimi de iletmeye çalışacağım. Asıl konumuza dönersek… The Boxtrolls, stop-motion tekniğiyle çekilmiş bir iş. Çöp toplayan trollerin olduğu bir evrende, onlar tarafından kurtarılmış yetim bir erkek çocuğunun etrafında olup biteni anlatıyor. Animasyonlarda genelde bariz bir mesaj verme kaygısı olduğundan, The Boxtrolls’un suya sabuna dokunmayan halleri aslında tartışmaya açık. Ama bir yandan da birkaç müzikal numarası ve yaratılan karikatürize karakterleriyle kalbinizi çalmayı başarıyor. Seslendirme kadrosunun yıldızı kesinlikle Ben Kingsley! Eğer o olmasa bu kadar eğlenebilir miydim diye de düşünmedim değil. Yalnız dediğim gibi çok büyük kaygıları yok ve bu yüzden de mukayese ettiğimiz diğer animasyonlara göre biraz sığ kalıyor. Eğer “Yalan söylemek çok yanlış bir şey.” gibi kreş seviyesindeki derslere karnınız tok değilse bilemeyeceğim tabii. [B-]

Gişede bir şey kazanamayacağını afişinden anladığınız kötü senaryolu filmlere neden para harcama zahmetine giriyorlar bilemiyorum; ama yıl 2014 olmasına rağmen anaakım sinemada hala çuvallayacağı yüz kilometreden kestirebilen yapımlar mevcut. Esasında çok satan bir romanın uyarlaması olmasına rağmen sayısız mantık hatası içeren ve yapaylığı sebebiyle seyircisinin ağzında acı bir tat bırakan Good People, bu senenin önde gelen tren enkazları arasında yer almakta. Başrollerde yüzünü eskitmeye ant içmiş olan James Franco ve yeteneğini Almost Famous’da bırakan Kate Hudson var. Ayrıca berbat bir yan hikayeyle Tom Wilkinson’ı da bu maskaralığa dahil etmeyi başarmışlar. Daha ilk sahnesinden itibaren klişelikler denizine balıklama atlayış yapan Good People, finale doğru paranın (yeşilin?) kokusunu alıp yarım saat süren bir silahlı çatışmayla da bizi başbaşa bırakıyor. Evet, kötü filmler tarafından salak yerine konulmaya alıştım. Ama kendini gerçekten iyi zanneden kötü filmler tarafından salak yerine konulmayı hazmedemiyorum. Sonuç olarak Good People içerisinden ana fikir çıkarıldığında burnunuzu tıkamanıza sebep olacak kadar kötü kokan bir çöp diyebiliriz. [D]

Liam Neeson ve Richard Gere gibi kariyerini yerle bir etmeye kararlı aktörlerden bir diğeri Kevin Costner. Artık oynadığı filmler ne merak ediliyor, ne de izleniyor. Zaten hiçbir zaman, 40 yaş üstü kadınlar haricinde, çok da takip edilen birisi olmadı. Ama Dances with Wolves sonrası kariyerine doğru hamlelerle devam edebilseydi muhtemelen Robert Redford ile George Clooney arasında bayrağı taşıyor olacaktı. Costner’ın kariyerindeki son halka olan Draft Day, Amerikalılar’ın pek sevdiği spor dramalarından bir diğeri. Acaba bu filmde yapılmış, ama daha evvel görmediğimiz bir şey var mı diye çok düşündüm. Ama ne yazık ki yok. Orijinal fikirlerden yoksunluğunu güzel görünen, ama kötü oynayan bir kadroyla kapatmaya çabalasa da ne yazık ki amacına ulaşamıyor Draft Day. Marvel ile 5 filmlik anlaşma imzalayan Chadwick Boseman ve bir zamanlar pek ünlü olan, ama artık sadece Ben Affleck’in gözlerini kısamayan karısı olarak tanıdığımız Jennifer Garner gibi tanıdık yüzleri görmek isteyenlere önerebilir. Yok ben hiçbirine tahammül edemem diyorsanız, vakit kaybetmenin manası yok. [C-]

Hatırlarsanız, geçtiğimiz Kasım ayında Naomi Kawase hanımefendi filminin Altın Palmiye alması gerektiğini söylemişti. Hatta özel olarak davet edilmemesine rağmen ödül törenine katılmış ve tamamen eli boş dönmüştü. Tabii ben yönetmenin bu kendine güvenen sözlerine biraz aldandım ve büyük beklentilerle oturdum Still the Water‘ın başına. Yaklaşık üç ay önce… Evet, yanlış duymadınız, Still the Water’ı bitirmek için hayatımdan 90 günü feda etmem gerekti. Hiçbir şey hakkında olmayan, olmak isteyip de beceremeyen, becerdiğini de hemen çöp yapıp kenara atan, birkaç doğa görüntüsüyle film çekilebileceğini düşünen ve senaryo yazmanın püf noktalarını bilmeyen zihniyetin son ürünü Still the Water. Benim gözümde sanatsal bir değeri yok. Ama tabii birbiriyle alakası olmayan kolaj görüntülere uyduruktan bir hikaye ekleyip “Film yaptık.” diyenlere inanacak kadar temiz kalpli olanlar belki Kawase ile anlaşabilir. Daha önceki filmlerini izlemediğim için genel bir yorum yapamıyorum. Lakin Still the Water sonrası oturup bir başka Naomi Kawase filmi izlemek istediğimden de pek emin değilim. [C-]

Bu sene “Bu filmi daha önce izledik.” cümlesini çok kullandığım için artık benden aynı şeyi duymak istemediğinize kesinlikle eminim. Fakat Berlin Uluslararası Film Festivali’nden Altın Aslan ile dönen Black Coal, Thin Ice‘ı izledikten sonra yine benzer düşüncelere gark ettim. Uzak Doğu Sineması’nın pişirip pişirip önümüze koyduğu ve her seferinde daha da sıradanlaştırarak birbirine benzettiği polisiyelerden bir diğeri. “Aşırı şiddet mi? Cinsel gerilim mi? Alırım bir dal!” diyorsanız buyrun size 2014’ün kadrolu Uzak Doğu klişesi. Hem de bu sefer Stations of the Cross (Kreuzweg) gibi bir başyapıta karşı haksızca zafer elde etmiş bir iş var önümüzde. Yalnız şunu da itiraf etmem gerek, hikayenin kara filme kaydığı her anda Black Coal, Thin Ice çıkışa geçiyor. Yalnız potansiyelini öyle sıradan meselelerle çarçur ediyor ki, finale geldiğinizde o sizi cezbetmiş birkaç sekansı bile hatırlayamaz oluyorsunuz. Çin’in bu sene Oscar’a başka film göndermesine şaşmamalı. [C+]

0 Comments

  1. Metin

    22 Aralık 2014 at 19:35

    Ufak bir not: Lasse Hallström’ü bir de My Life as a Dog ile izleyin derim; gerçekten harika bir filmdi.

Yorum yazın...Cevabı iptal et

Exit mobile version