Eleştiri

It Follows

Yayınlandı

on

Yönetmen: David Robert Mitchell | Oyuncular: Maika Monroe, Keir Gilchrist, Olivia Luccardi, Lili Sepe, Daniel Zovatto, Jake Weary, Bailey Spry, Debbie Williams, Ruby Harris, Leisa Pulido, Ele Bardha | Senaryo: David Robert Mitchell | 100 dakika | Gerilim, Korku


Öncelikle hayatımda ilk kez bir korku filmi hakkında yorum yazacağımı belirtmem şart. Türe karşı inanılmaz mesafeli olduğumu ve bilgimin epey sınırlı olduğumu söyleyeyim ki birazdan yazacaklarım sizleri rahatsız etmesin. Eğer Alfred Hitchcock’un filmlerini saymaz isek It Follows bugüne kadar izlediğim sadece üçüncü (şaka değil) korku filmi. Yıllar evvel zorla Ring 2’ya sürüklenmiştim. Birinci filme bile değil düşünün, ikinciye. Bir de geçtiğimiz haftalarda dayanamayıp The Conjuring izledim ki kendimi yavaştan bu korku türüne ıstayım diye. Gerçi The Conjuring izlemem de bir baskı sonucu gelişti ya neyse. O yüzden It Follows’un karşısına bu janrda yakın zamanda neler olmuş, ne klişedir ne değildir bilmeden oturdum. Ki sanıyorum bu da beni önyargısı sınırlı seyircilerden biri yapıyor. Elimde karşılaştıracak bir materyal olmadığından filmi düşük bütçeli bir bağımsız olarak ele almak zorunda kaldım bu sebeple. Yani sevgili It Follows hayranları, filme çok bayılmayan biri olarak birazdan söyleceklerim sizleri kırmaz diye umuyorum. Sürç-ü lisan edersem şimdiden affola.

Gösterildiği her yerde gürültüler koparan ve şimdiden 21. yüzyılın en iyi korku filmlerinden biri ilan edilen It Follows’u bir “korku” filmi olarak pazarlanması sebebiyle gündüz gözü izleme kararı alarak oturdum filmin başına. Hikayeyi bilmeyenler varsa basitçe cinsel yolla bulaşan (saçmalık) bir iblisin/şeytanın (efendim?) bağrı açık Amerikalı gençlere (ya da kötü aktörlere diyebiliriz) yaşattığı gerilim anlatılmakta filmde. The Lord of the Rings’i sinemada izlerken ağaçların arkasından çıkan orklara dahi korkan biri olarak It Follows sırasında bir kez dahi tüylerimin ürpermediğini, hatta son yarım saati esnemekten (şaka yapmıyorum) yaşlanan gözlerimi temizlemekle geçirdim. Fakat bu tabii ki de filmi karanlık bir sinema salonunda değil de, güneşin aydınlattığı bir odada izlemiş olmakla da alakalı, yalan söyleyemeyeceğim.

Maika Monroe

Daha önce sıradan bir komedi filmi çekip kayıplara karışan David Robert Mitchell’ın hem yazıp hem yönettiği It Follows, benim gibi çok korku filmi izlememiş birinin bile anlayabileceği üzere klişelerden beslenmeden yoluna devam ediyor. Mesela Hitchcok’un bu türe emanet ettiği yaylılar bir anda kulaklarınızı tırmalayarak sizleri koltuklarınızdan hoplatmıyor. Bunun yerine Drive ve The Guest’i hatırlatan, 80’li yıllardan kopup gelmiş besteler var filmin arka planında. Ki bana kalırsa bu besteler It Follows’un en (ve belki de tek) başarılı kısmı. Kulaklarımızın pasını alıp dikkatimizi az da olsa dağıtan müzikleri geçerek senaryonun içeriğine baktığınızda ise ufak bir duraksama yaşıyorsunuz. Korku filmlerini alt metninde neler dönüyor diye düşünmeden izlemek zor bana kalırsa. Genelde bu türe hizmet veren tüm yönetmenler ve özellikle senaristler illa ki taşlayacak bir şey buluyor ya da seyircisine çığlıklar attırırken birkaç metaforu dört bir yana dağıtarak görevini tamamlıyor. It Follows’da da bu sözde şeytani iblisin gençler arasında nasıl yolculuk ettiğine baktığınızda da hemen AIDS’den frengiye, klamidyadan hepatit B’ye kadar tüm cinsel yolla bulaşan hastalıklara sizi ölene kadar takip edecek şeytani bir form muamelesi yapılıyor.

Verdiği mesajın ucuz olduğunu düşünmemekle beraber bu çok bildimcilik ve küçük bütçenin sebep olduğu kötü makyaj numaraları beni en çok rahatsız eden şeyler arasında yer almakta. Ve tabii ki başından beri herkesin “Çok korkutucu.” diye lanse ettiği filmin en son 7 yaşındayken etkileyen “Öcü!” kültürünün son örneği olması. Detroit’in varoşlarında (daha düzgün bir kelime bulamadım) çekilmesi ise bir artı olmuş denilebilir. Yalnız Amerika’da siyahi nüfusunun en fazla olduğu şehirde film çekip tüm oyuncularını beyaz tenli seçmek de ayrı bir beceri. It Follows’un eminim bu konuda darbe yiyeceği birkaç mecra olacaktır. Tabii belki de David Robert Mitchell cinsel yolla bulaşan hastalıkların beyazların kültürüne ait olduğunu söyleyerek yıllar evvel AIDS’in sadece gayler ve siyahilere özel olduğunu düşünenler adına özür dilediğini düşünmek de mümkün (bkz. Polyannacılık).

Maika Monroe

Neyse diyelim ki her şeyi bir kenara attık. It Follows kör gözüm parmağına metaforlarını başarılı müzikleriyle kapadı. Karakterlerinin kararlılık namına gelişim göstermediklerini de unuttuk. Özellikle filmin ilk yirmi dakikasındaki kötü yönetmenlik ve çapaçul diyaloglar da dikkatimizi çekmedi diyelim. Oyuncu kadrosunu ne yapacağız? Düşük bir bütçeyle ben de tabii ki başrolde Jennifer Lawrence’ı, Mia Wasikowska’yı görmeyi beklemiyordum. Fakat filmdeki tüm genç aktörler ters giden her şeyin altını çizercesine cetvelle çizilmiş gibi ilerleyen oyunlarıyla zaten temposu düşük olan It Follows’u iyice aşağıya çekiyor. Başroldeki Maika Monroe’yu The Guest’de de beğenmemiş ve bu konu hakkında birkaç kez yorum yapmıştım. It Follows’da hikayenin güzel (?) sarışın karakterini canlandırmakta ve eşsiz, ya da mimiksiz mi demeliyim bilmiyorum, yüzüyle filmi paramparça ediyor. United States of Tara’da Toni Collette’in her türlü eziyeti gören oğlu olarak tanıdığımız Keir Gilchrist başarılı çıkışı sonrası Zach Galifianakis ile It’s Kind of a Funny Story diye bir film için kamera karşısına geçmiş ve beğenimizi toplamıştı. Burada ise bu uzun aralık boyunca kendini geliştirmek için hiç çaba sarf etmemiş, hatta özellikle kötü oynamış gibi duruyor. Belki de It Follows bunu amaçlıyordur, kim bilir? Öcülere karşı kötü performanslar…

Filmi tiye alan bir ağızla yazmama rağmen büyük bir nefret beslemediğimi ve It Follows’un bünyemde Ida’nın ya da Boyhood’un yarattığı etkiyi yaratmayacağını eklemek isterim. Sadece eleştirmenlerin yılın ilk yarısında vizyondaki yokluk sebebiyle karşılarına çıkan ortalamanın üzerindeki ilk filme başyapıt muamelesi yapmasını blogger olarak günümü gün etmeye başladığım günden beri hala anlayabilmiş değilim. Dolayısıyla türün meraklısına öneriyor, korku filmlerini umursamayanların ise kıllarını kıpırdatmadan hayatlarına kaldığı yerlerden devam etmelerini öneriyorum.


[review]

1 Comment

  1. Furkan

    9 Mayıs 2015 at 19:28

    Filmden hiç korkamdım ama birinin sizi sürekli zil zurna takip etmesi düşüncisi günlük hayatta beni çok etkiledi gecelyin yatarken falan, şimdi kapı açılıp biri girse ne halt ederim diye düşündüğüm oldu. Film korkunç değil ama tam anlamıyla ürperticiydi kannatimce. Korku janrasından Babadook’u izlemenizi tavsiye ederim, türe hemen ısınırsınız. Kaliteli yapımlaarın gerçekten zor çıktığı bir tür. Çünkü klişeden kaçınılamıyor.

Yorum yazın...Cevabı iptal et

Exit mobile version