Oscar Boy Özel
Her Yıla Bir Film
Sanki tüm dünya benim doğumgünümü kutlamak zorundaymış gibi böyle bir şeye kalkışmam ne kadar doğru bilmiyorum, ama efendim 25. yaşımın hatrına bu hafta “25 Yıl” kapsamlı birkaç yazı karalamak istiyorum. Belki hepsini Cuma’ya kadar yetiştiririm, belki de yetişmez sonraya sarkar. Ama bir yerinden başlamazsam olmaz. Malum artık Türkiye’de sinema yazarlığı dar alanda liste çıkarmaya döndüğü için bu rant pişkinliğine bir yerinden dahil olmam şarttı. Tabii siz beni, ben sizi bildiğimden tamamen kendimi tatmin etmek için böyle listeler yapacağımı tekrarlamama gerek yok. Evet, 22 Mayıs Cuma günü yeryüzündeki 25. yılımı doldurmuş, çeyrek asırı deviren o kulübe ben de dahil olacağım. Hazır böyle bir bahanem varken ekmek yoksa pasta, pasta da yoksa liste yesinler diyerek bir işe kalkıştım. Kutlama yerine geçmesini umduğum birkaç yazımdan ilki “Her Yıla Bir Film”. Doğduğum seneden başlayarak, hani olur ya, izlemediğiniz bir şeyler vardır diyerek filmler önerdim iyisine kötüsüne bakmadan. Umarım aralarından birkaç tanesini deneyecek zamanı olanlar vardır. Haydi başlayalım!
1990
Miller’s Crossing | Yön: Joel & Ethan Coen
Coen Kardeşler’i sevmek için birçok sebep sayabilirim: Barton Fink, Fargo, Inside Llewyn Davis, No Country for Old Men ve Raising Arizona aklıma ilk gelenler. Lakin henüz kendi kafamı dahi kaldıracak gücümün olmadığı bir yılda sayısız başyapıtlarından birine imza atmış Coenler. Film noir köklerini bir kenara bırakmadan bu sefer gangsterlerin arasına sızan ve her köşeye metaforu bol bir olay, cümle ya da nesne sıkıştıran dört dörtlük bir iş.
1991
Point Break | Yön: Kathryn Bigelow
Kathryn Bigelow için “Yaşayan en iyi kadın yönetmen” dedikten sonra başım epey belaya girmiş, üç kuruşluk blogger eskilerinin diline düşmüştüm. Ama onlar çaçeronluktan vazgeçmedikçe ben de Bigelow aşkımı sonlandırmayacağım. Büyük ihtimalle çoğunuz bu filme televizyonda rastlamıştır da ben tekrardan hatırlatayım. Çok iyi olmasa da sırf bakışmalardan ibaret sörf sahneleri için izlemeye değer. Keanu Reeves’in bank köşelerinde yemek yemeden evvel neler yaptığını hatırlamak için de ideal.
1992
Strictly Ballroom | Yön: Baz Luhrmann
Çok hakkının yendiğini düşündüğüm bir yönetmen Baz Luhrmann. Tamam bize Australia gibi bir rezaleti teslim etmiş olabilir; ama aynı adam Romeo + Juliet, Moulin Rouge! ve Strictly Ballroom’u da yaptı. Kırmızı Perde üçlemesinin ilk ayağında kendi ebeveynlerinden esinlenerek oluşturduğu iki farklı karakteri bir araya getiriyor başarılı yönetmen. O nüanslı kendine has komedisi ve tabii sanki sürekli flamenko yapmaya hazırmış gibi duran karakterleriyle içinizdeki dans ateşini fişeklediği kesin.
1993
What’s Eating Gilbert Grape? | Yön: Lasse Hallström
Hala “Leonardo DiCaprio’nun en iyi performansı hangisi?” diye soranların cevabı bu filmde saklı. Johnny Depp’in halüsinatif maddeler ve alkolle tanışmadan evvel normal insanları da oynadığına şahit olduğumuz yapım ağızda kolay eriyen filmleriyle tanıdığımız Lasse Hallström imzasını taşıyor. Belki entellektüel beklentilerinizi karşılamaz, ama emin olun DiCaprio’nun daha bacak kadar boyu yokken harikalar yaratabildiğinin kanlı canlı kanıdı.
1994
Shallow Grave | Yön: Danny Boyle
Yalana gerek yok, The Beach’den sonra Danny Boyle’a küsmüş, Slumdog Millionaire’e kadar da kendimi toparlayamamıştım. Ama sonrasında yıldızlarımız barıştı neyse ki. BAFTA ödüllü bu ilk Boyle filmi evlerindeki kiracının ölümü sonrası geride kalan parayla ne yapacaklarını şaşıran üç kafadarın öyküsünü anlatıyor. Trainspotting sevenlerin mutlaka göz atması şart; çünkü çoğu zaman ben iki filmi birbirinden ayırmakta zorlanıyorum. Boyle’un ilk filmlerinden biri olmasına rağmen garip bir şekilde en olgunu.
1995
To Die For | Yön: Gus Van Sant
Şu an bir Gus Van Sant filmi önerdiğim için kendimden utanıyorum. Neyse ki Good Will Hunting ile beraber vasat filmler çöplüğüne benzeyen kariyerinden hoşuma giden tek iş. Nicole Kidman’ın kariyerinin en iyi performansını verdiği film çılgınca zengin kadrosuyla bile izlenmeyi hak ediyor. Ayrıca beyazperdenin bugüne kadar gördüğü en olağanüstü kötü karakterlerden birine yer vermekte. Keşke Kidman yine kötüyü oynayıp kanımızı dondursa…
1996
The First Wives Club | Yön: Hugh Wilson
İyi bir film olmadığının farkındayım. Çoğunuz da izlemişsinizdir diye düşünüyorum. Ama Diane Keaton, Bette Midler ve Goldie Hawn’ı bir arada görüp hayır demek çok zor. Sanırım bu devler karmasındaki tek eksik isim Barbra Streisand. Sadece tek bir dönemin değil, hala Hollywood’un adı altın harflerle yazılan yıldızları bu isimler. Ve kim ne derse desin, The First Wives Club sinema tarihinin gördüğü en eğlenceli komedilerden biri. Şimdi görünce hatırladım da, kadroda Maggie Smith bile var!!!
1997
The Game | Yön: David Fincher
Bir öneri listesi yapıp da Fincher’ın adını anmadan geçmek çok zor. Her filmi büyük kitlelere ulaşsa da The Game diğerleri kadar bilinmiyor. Ama en az Se7en kadar çetrefilli, Fight Club kadar güçlü ve Zodiac kadar iyi yazılmış bir film The Game. Henüz 7 yaşındayken izlemiş olmama rağmen gittiğimiz salonu, hatta salonda nerede oturduğumuzu dahi hatırlıyorum. Belki tahta palyaço figürlerine tahammülsüzlüğüm de Fincher yüzündendir.
1998
Music From Another Room | Yön: Charlie Peters
Bu listenin gerçekten de en az bilinen filmi olabilir Music From Another Room. Sinema sevdamın yeni yeni kabarmaya başladığı bir dönemde izlediğim için Savage Garden’ın “Truly Madly Deeply” şarkısıyla şenlenen o sahnesini aklımdan çıkaramıyorum. Jude Law’un gençlik yıllarına gelen bu yapım aynı zamanda Oscar Boy’dan önceki blogumun da isim babası. Bir zamanlar “Comments From Another Room” başlığı altında atıp tutarken Danny ile Anna’nın aşkına selam çakıyordum.
1999
Election | Yön: Alexander Payne
Yine çok çok sevdiğim bir yönetmen ve çok sevdiğim bir filmi. Tabii ki de Nebraska ile Sideways’in bendeki yerinin daha farklı olduğunu inkar etmeyeceğim. Ama ikisi de epey bir izleyiciye ulaşmıştır diye umuyorum. Election ise Alexander Payne’in ABD’deki yükselişinin asıl sebebi esasında. Reese Witherspoon hayatının rolünü canlandırırken iticiliğiyle sinirlerimize dokunuyor. Ve tabii ekranı olmadık yerlerde dondurup hikayesini anlatmayı tercih eden Payne’in dokunuşları da cabası.
2000
Snatch | Yön: Guy Ritchie
Sizi bilmem ama ben Snatch’in hem en iyi Guy Ritchie filmi olduğunu, hem de Brad Pitt’in en iyi performansını barındırdığını düşünüyorum. Henüz DVD’ler film koleksiyonu yapınca sinema dehası olduğunu zannedenler için yaratılmış plastik kutular değilken önüme düşmüş ve izlemiştim. Üzerinden yıllar geçmesine rağmen hala da etkisinden kurtulabilmiş değilim. Keşke Ritchie, Robert Downey Jr. ile para için yuvarlanmayıp böyle filmler yapmaya devam etse.
2001
Hedwig and the Angry Inch | Yön: John Cameron Mitchell
Geç izlediğime pişman olduğum sayısız filmden biri Hedwig and the Angry Inch. John Cameron Mitchell’ın sıfırdan yazdığı şarkılarla bezeli yapım 2000’li yılların en iyi müzikallerinden biri olmasının yanı sıra, son dönemin en çarpıcı ve en cesur işleri arasında yer almakta. Bu arada belki Broadway’de bu müzikalin sahneye konulduğundan haberiniz vardır. Neil Patrick Harris’li versiyon uzunca bir süre oynadıktan sonra şimdi Hedwig rolü Darren Criss’e geçmiş. Bir gün izleme şansı elde ederiz diye umuyorum.
2002
Lilya 4-Ever | Yön: Lukas Moodysson
En sevdiği Moodysson filminin Together ya da Show Me Love olduğunu söyleyen cool çocuklardan biri olmak isterdim. Fakat Yeşilçam’ın sulugöz filmleriyle büyümüş biri için Lilya 4-Ever’ı dudaklarımı ısırıp ellerimle “Vah vah” jestleri yapmadan izlemek çok zor. Taken’ı izleyip çocuklarını Avrupa’ya göndermekten vazgeçen ailelere bir doz Lilya 4-Ever’ı öneririm. Artık Schengen vizenizi ateşe verip üstünden zıplayarak dilek mi tutarsanız, yoksa dünyanın tepsi gibi olduğunu söyleyip Avrupa’yı evdeki haritalardan keser misiniz bilemiyorum.
2003
Games of Love and Chance | Yön: Abdellatif Kechiche
Hemen dürüstlükle başlayalım söze: Bu filmi Blue Is the Warmest Color’ı izledikten sonra yakaladım. Kechiche’nin birbirinden başarılı yapımlarla dolu kariyerinin en güzel halkalarından biri. Henüz listemdeki diğer filmlerin aksine ikinci kere izlemek için başına hiç oturmuşluğum olmadı. Lakin tıpkı The Secret of the Grain ve Adele’in hikayesi gibi Games of Love and Chance’in de epey kuvvetli bir etkisi oldu üzerimde.
2004
I Heart Huckabees | Yön: David O. Russell
David O. Russell’ın kendini deli gibi hızlı konuşan garip görünümlü insanlara kaptırmadan evvel yaptığı egzantrik komedilerden biriydi I Heart Huckabees. Ne yazık ki film Lily Tomlin ile yönetmen arasındaki kavgalarla gündeme geldiğinden asıl hazineye göz gezdiren pek olmadı. Ben henüz The Fighter öncesindeki DOR’u tanımayanlara mutlaka önereceğim bu filmi. Benim gibi Isabelle Huppert gördüğü yerde kaçanlara da ünlü aktrisle barışmak için iyi bir fırsat olabilir.
2005
Elizabethtown | Yön: Cameron Crowe
Şu listede Music From Another Room ile birlikte bende özel bir hikayesi olan yegane film. Kaç kere izledim bilmiyorum. DVD satın alıp rafa koyarak teşhircilik yapmak huyum olmamasına rağmen Elizabethtown bu zahmete katlandığım tek yapım olma özelliğini taşıyor. Üzerinden 10 sene geçmesine rağmen ne müziklerini dinlemekten vazgeçtim, ne de Drew ile Claire arasındaki ilişkinin bir benzerini aramaktan. Eğer umutsuz bir romantizm peşindeysem, tek sebebi sensin Cameron Crowe. Utan!
2006
Friends with Money | Yön: Nicole Holofcener
Enough Said’e kadar en iyi Nicole Holofcener filmi olma özelliğini taşıyan Friends with Money de 2006’nın önerisi olsun. Jennifer Aniston her ne kadar Cake ile adaylığı kaçırmış olsa da sanki bugüne kadar ilk kez Rachel rolünün dışına taşmış gibi davrananların mutlaka bu filmi izlemesi lazım. Üstelik sadece Jen Aniston değil Frances McDormand, Joan Cusack ve Catherine Keener gibi üç şahane kadın daha var filmde.
2007
The Darjeeling Limited | Yön: Wes Anderson
Kimseler kusura bakmasın, ben The Darjeeling Limited’ı Oscar radarına giren son iki Wes Anderson filminden daha çok seviyorum. Peki neden? Çünkü maksimuma ulaşan renk kullanımından, simetrik bir dağınıklık oluşturabilmesinden, Adrien Brody’nin The Pianist sorduğu verdiği tek iyi performansından, akıldan çıkmayan melodilerinden, mutlaka izlenmesi gereken ek paket kısa filmi Hotel Chevalier’den dolayı. Bilmem anlatabildim mi?
2008
Tokyo Sonata | Yön: Kiyoshi Kurosawa
Akira Kurosawa ile bir alakası olmayan Kiyoshi Kurosawa şu aralar Cannes’da yarışadursun ben ilk kez bir film festivaline gittiğimde izlediğim Tokya Sonata’yı anayım. Her ne kadar festivalin asalak izleyicisine sürekli gülmeleri yüzünden sinir olsam da filmden etkilenmemi engelleyemediler. Sasaki ailesinin yemek masasındaki rutinleri ve alışveriş merkezinde geçen uzun sahneleri için bile izlenmeye değer. Uzak Doğu Sineması ile barışmaya başladığım bir döneme denk geldi, onu da unutmadan ekleyeyim.
2009
The Road | Yön: John Hillcoat
Bana katılır mısınız bilmiyorum, ama bence yakın tarihteki en zayıf sinema yılı 2009. Tabii yine de önerecek bir film bulmakta zorlanmadım. Çünkü The Blind Side, Julie & Julia gibi tren enkazlarının şakşakçılığının yapıldığı bir dönemde bile iyi filmler çekilebiliyor. Cormac McCarthy’nin şahane romanından beyazperdeye uyarlanan yapım üç kilit oyuncusu sayesinde şahlansa da seyircisini başından sonuna kadar koltuğuna mühürlüyor.
2010
I Am Love | Yön: Luca Guadagnino
Bana “Hiç unutamadığın bir final sahnesi var mı?” diye sorduklarında aklıma gelen ilk film I Am Love. Uzun süreli bir birliktelik yaşadığım Oscar efendinin sadece kostüm tasarımı adaylığı vermiş olması düpedüz saçmalık, o yüzden bu duruma pek aldanmayıp izleyin. Tilda Swinton’a aşık olmak için sayılabilecek katrilyonlarca nedenden sadece biri. Hazır aklıma gelmişken insanın tüylerini ürperten müziklerini de hatırlatayım.
2011
Tyrannosaur | Yön: Paddy Considine
Paddy Considine eğer ki oyunculuk kariyerine kısa bir mola verip yönetmenlik koltuğuna geçmeseydi Olivia Colman’ı tanımış olur muyduk? Belki Broadchurch sayesinde arayı kapatırdık, ama ben Considine’ın Olivia Colman’a böyle bir şans vermesinden epey mutluyum. Finalindeki sürpriziyle sadece boğazınıza değil, tüm vücudunuza koca bir yumruk iniyor. 20’yi geçtikten sonra İngiliz bağımsız sinemasına gereğinden fazla merak salmamda büyük rol oynayan filmlerden.
2012
Take This Waltz | Yön: Sarah Polley
Düşünüyorum da galiba Michelle Williams’ın My Week with Marilyn’den sonraki en iyi performansı benim için Take This Waltz’da yer almakta. Bu kadar iddiasız, ama bir o kadar vurucu başka bir filme az rastlanır. Büyük cümleler kurmayan, hatta kuramayan bu yapım kimsenin “Mutlaka İzlenmesi Gereken Filmler” listesine giremese de benim için defalarca izlenip, defalarca hayattan ve ilişkilerden soğumak üzerine başlı başına bir sebep.
2013
Gloria | Yön: Sebastián Lelio
Yanılmıyorsam Filmekimi dahilinde Beyoğlu Sineması’nda izledim Gloria’yı ilk olarak. Ardından da bir kere ailemi sürükledim filme, bir iki kere de televizyonda rastlayıp sırf final sahnesi için sonunu bekledim. Paulina Garcia’nın son yılların değil, belki de sinema tarihinin en iyi kadın oyuncu performanslarından birini vermesini geçtim o araba sahnelerindeki kalenderliğini ne yapacağız? İzleyin, izletin, izlettirin!
2014
The Double | Yön: Richard Ayoade
Richard Ayoade şu ana kadar sadece iki film çekmiş olabilir; ama bu beni en çok heyecanlandıran yönetmenlerden biri olduğu gerçeğini değiştirmiyor. The Double ne yazık ki tıpkı ilk filmi Submarine gibi çok izleyiciye kavuşamadı, ama hiç şüphesiz 2014’ün en özel filmlerden biri. Filmi izledikten sonra acaba Ayoade senaryoyu yazarken Andrew Hewitt de yanında oturup satır satır okuyarak müzikleri mi hazırladı diye düşünüyor insan. İzledikçe etkisi artanlardan biri özetle.
Mert.
19 Mayıs 2015 at 18:33
Nice yaşlara.. (:
Emre
19 Mayıs 2015 at 18:51
Güzel liste olmuş, The Double ve Games of Love and Chance i acil indirip izliyorum sayende
Refik Eren Uysal
19 Mayıs 2015 at 22:45
Liste şahane.Böyle alternatif , pek kimsenini bilmediği filmleri izlemeye bayılıyorum zaten bu listede tam olmuş.Özellikle I Am Love ,Tyrannosaur ve Gloria hakkındaki yorumlarınızın altına imzamı atarım.Bu arada doğum gününüz kutlu olsun nice mutlu yaşlara 🙂 Bu arada It Follows,The Babadook derken sitede korku-gerilim filmi eleştirileride görmeye başladık ben buna istinaden birazda arsızlık yaparak 2014 veya 2015 yapımı olup olmadığı konusunda emin olamadığım Shrew’s Nest filmini önermek istiyorum size.Toronto Film Festivalinde gösterilip beğenilmiş ama pek kıyıda köşede kalmış bir film ve şahane bir başrol oyunculuğu barındırıyor.Umarım bir şans tanıyıp izlersiniz =)
Refik Eren Uysal
19 Mayıs 2015 at 22:49
Çok pardon The Babadook’u izlediğinizi belirtmiştiniz eleştirisi yoktu ufak bir kafa karışıklığı oldu 🙂