Oscar Boy Özel

Günümüzün dizileri neden filmlerden daha iyi?

Yayınlandı

on

Dizi izlememenin büyük bir eksiklik sayıldığı, hatta dizilere karşı koymanın geri kafalılık olarak kabul edilebileceği bir döneme girdik artık. Günümüzün televizyonu altın çağını yaşadığı gibi, hikaye anlatımında filmlerden çok daha fazla süresi olduğu için onları da sollamış durumda. İşte buradan yola çıkarak, hazır TV tarihinin zirvesindeyken blogger arkadaşlarıma bu tezi kuvvetlendiren yapımlar hakkındaki fikirlerini yazmalarını rica ettim. Ortaya okuması inanılmaz keyifli bir yazı çıktı. Ben buradan hepsine bir kez daha teşekkür etmek istiyorum izin verirseniz. Buyrun şimdi “Günümüzün TV’si neden filmlerden daha iyi?” diye sorduğumda bloggerların aklına gelen ilk diziler hakkındaki yorumlarına…

RICK & MORTY

Altıncı sezonu geçtiğimiz aylarda sona eren kült komedi Community’nin yaratıcısı Dan Harmon ve çeşitli animasyon ve seslendirme işleriyle adını duyuran Justin Roiland’ın ortak projesi “Rick and Morty” yirmi iki dakikaya dünyaları sığdıran istisnai bir çizgi dizi.

Geleceğe Dönüş ve Doctor Who’nun bir araya geldiğini ama bu ikisinin yanına uçuk bir mizahın da ilave edildiğini düşünün. Kahkahalar atarak izlediğiniz bir bölüm üzerine biraz kafa yorduğunuzda aslında çok güçlü bir bilimkurgusal temele oturduğunu fark ettiğinizi. Gerçekleşen tüm ‘abuk subuk’ olaylara rağmen altta sapasağlam bir duygusal temel bulunduğunu.

Amerika’nın yetişkinlere yönelik animasyon kanalı Adult Swim’in en gözde işlerinden biri haline gelen “Rick and Morty”, bilimkurguyla mizahı aynı potada eriterek alttan alta son derece insani bir hikâye anlatıyor. Kızının yanına yerleşen çılgın bilimadamı Rick Sanchez’in torunu Morty’yle beraber yaşadığı maceralar, maruz kaldığı tehlikeler ve savuşturduğu yıldızlararası tehditler, bir yandan Morty ve kızkardeşi Summer’ın büyüme hikâyelerine ayna tutarken, bir yandan da Rick’in hayata karşı kuşkucu ve sinik tutumunu gözler önüne seriyor. Hayatın rastgeleliği, anlamdan yoksunluğu, yaşayan varlıkların galaksiler boyu yayılmış kendini kandırma kabiliyeti, inandığımız pek çok gerçekliğin özündeki kırılganlık…

Görünürde seyirciyi eğlendirme odaklı bir çizgi dizi, cevabını vermenin pek de kolay olmadığı onlarca soruyu bazen tek bir bölümde soruyor. Fakat bunu üstten bakan, dayatmacı bir tutumla değil, hikâye anlatıcılığının olanakları ve çok boyutlu karakterleriyle, zengin altmetniyle yapıyor. Bir yandan paralel evrenler, dünyayı istilaya kalkışan uzaylı yaratıklar, sevdiğiniz kişilerin kılığına giren parazitler ve daha pek çok acayip şeyle dolup taşarken bir yandan da yaşam denen bilmeceye kafa yoran, çok özel bir çizgi diziyle tanışmak isterseniz şu sıralar ikinci sezonu yayınlanmakta olan “Rick and Morty” kesinlikle size göre.

Ozancan Demirışık (Paralel Sinema)

THE GOOD WIFE

Sanırım şu soruyla The Good Wife üzerine bir şeyler dillendirsem en doğrusu olacak: “The Good Wife’ı neden sevmeliyiz?” Her şeyden önce televizyonun bu altın çağında altı sezondur hiç tökezlemeyen gidişatı ile adeta dev bir abide. Çok karakterli dünyasıyla klişelere oynamayan The Good Wife her bir karaktere yeterince zaman ayırarak hepsini bağrımıza bastırıyor. Dile kolay altı sezon boyunca herkesi ekran başında tutmak her yiğidin harcı değil. Kaldı ki The Good Wife beşinci sezondan sonra ‘safe’ devam ederek tribünlere oynamadı ve büyük bir risk aldı. Neredeyse beşinci sezondan itibaren hikayesini yeni baştan yaratan diziye hayran kalmamak elde değil. Her zaman bir koşuşturma şeklinde olan dizi gün geçtikçe daha iyi bir dramaya dönüştü. Bu anlamda son iki sezonun takdir edilecek bir başarısı var. Julianna Margulies gördüğüm en güçlü karakterlerden birine hayat veriyor. Yan karakterler ise dudak ısırmalık. Birbirinden kaliteli oyuncular adeta yarış içerisinde. Alan Cumming, Zach Grenier ve Michael J. Fox’a söylenecek söz bulamıyorum. Dizinin koca mizah yükü ile resmen alıp yürüdüler ve bir efsaneye dönüştüler bile. Sırf bu üçü için bile ekran başına geçilir. Uzun lafın kısası The Good Wife şu anda televizyonun başına gelmiş en iyi şeylerden biri. Hala siz buna ortak olmadıysanız hiç bekletmeden kendileri ile tanışabilirsiniz. Pişman olmayacaksınız.

Faruk Songur (Buzdan Sinema)

HANNIBAL

Günümüzün dizi devri olduğunu söylemek açıkçası çok da yanlış olmaz. Filmlerin artık üçleme olarak kalmayıp seri haline geldiği, hikayelerin ise 2 saatte anlatılamayacak hale geldiği şu zamanlarda filmlerin de bir nevi dizi formatı izlediğini söyleyebiliriz. Ancak bu filmlerin dizi olarak planlanmadığı için çoğunun üst düzey başarılı olmadığı ortada. İşte bu noktada bir sürü dizi filmleri tahtından etmiş durumda. Son olarak buna verilebilecek en güzel örnek ise dünyanın en klas dizisi olarak tanımladığım yakın zamanda sonlanan Hannibal. Dizi ilk açıklandığında ön yargım çok büyüktü; sonuçta Anthony Hopkins’in mükemmel ötesi performansını kimsenin geçmesi beklenemezdi; fakat dizi başladıktan sonra bunun sadece performansla sınırlandırılmaması gerektiğini anladım. Bryan Fuller’ın Thomas Harris’in Kızıl Ejder, Kuzuların Sessizliği ve Hannibal kitaplarının sayfalarına girip çıktığı dizide uyarlama senaryo nasıl yazılır adeta bir ders veriyordu izleyiciye. Karakterlerin birbirlerinin özellikleriyle harmanlandığı dizide bildiğimiz tüm karakterler ana hikayeyi bozmadan işlevlerini yerine getirmeyi başarıyordu ki dizinin filmlerden en yenilikçi tarafı da buydu. Daha önceden bildiğimiz olayların değiştirilerek bize sunulduğu; bilmediğimiz olayların ise satırlardan koparılarak seyirciye sunulduğu dizide ne olacağını kestirmek oldukça zordu. Bryan Fuller’ın bir de buna entelektüel diyaloglar ve klasik müzik eklemesi diziyi bambaşka bir seviyeye çıkardığını söyleyebilirim. Dante’den Da Vinci’ye, Vivaldi’den Bach’a sanatın tüm dallarına dokunan Hannibal’ın şahane görüntü yönetimi ortaya tek kelimeyle bir başyapıt çıkmasını sağladı. Mükemmel ötesi atmosferi ve ustalık akan yakın plan çekimlerinden bahsetmiyorum bile. Ama en önemlisi Mads Mikkelsen ile Hugh Dancy’nin rollerinde devleştiği dizide Will ile Hannibal arasındaki platonik aşk hikayesiydi bu Hannibal’ı özgün kılan. Karanlık tonuyla seyirciye inanılmaz bir suç draması sunan dizinin finali ise tek kelimeyle bir başyapıttı. Love Crime adlı parçayla iki karakter arasındaki ilişkiyi hem mecazi hem de estetik bir şekilde sonlandıran Fuller, bir kez daha ne kadar vizyon sahibi olduğunu kanıtladı. Mikkelsen, Hopkins’in performansına yaklaşamadı belki ama yaklaşmasına da gerek yoktu. Fuller’la beraber o kendine düşen görevi tam anlamıyla yerine getirdi. Ve sonunda hayran kitlesinin ağzında tek cümle “Hannibal keşke hiç bitmeseydi.” oldu.

Alp Turgut (Film Doktoru)

HOMELAND

Öncelikle Claire Danes’in TV tarihinin gelmiş geçmiş en iyi kadın oyuncu performanslarından birini ortaya koyduğunu söylemek gerek. Dizinin en büyük kozlarından biri de bu. Zira; olaylar Danes’in canlandırdığı Carrie Mathison etrafında dönüyor ve hal böyle olunca da performans bize gerçeklik duygusunu fazlasıyla aşılıyor. Başta Saul ve Peter karakterlerine hayat veren diğer oyuncu performansları da son yıllarda yükselen TV kalitesini yakalayınca tadından yenmez bir hal alıyor.

Dizinin durduğu yer de kaliteli olmasında büyük bir etken. Meseleye tek taraflı bakmayan, “bizim burada ne işimiz var?” minvalinde sorular sorduran bir yanı da var. ABD’nin Orta Doğu politikaları hakkında epey bir yorum getirebilmemizi sağlıyor. Kurulan atmosfer de çok başarılı olunca ve heyecan dozu karakterler üzerinden oluşturulan küçük sürprizlerle artırılınca dizi izleyicisini sadık tutmayı başarıyor. Kaldı ki her geçen sezon, daha güncel olayların uyarlamaları ile devam edmekte ve yaklaşan 5. sezonda da bu epey ön planda tutulacak gibi.

Sinemada bile eşine az rastlanan netlikte politik gerilim, aksiyon ve siyasi komploların bulunduğu Homeland’i henüz izlemediyseniz çok şey kaçırdınız demektir. İlk iki sezonda dizinin zayıf halkalarından olan ve gereksiz duygusallık barındıran karakterlerinden de kurtulan yapımın, her geçen sezon artan kalitesi ve politik duruşu, fragmana bakıldığında gelecek sezonda en yüksek seviyesine ulaşacak gibi. Bu sebeple, daha fazla vakit kaybetmeden bu heyecana ortak olmaya ne dersiniz?…

Onur Kırşavoğlu (Paralel Sinema)

MAD MEN

1960’lı yılların başındayız. Amerika 2. Dünya Savaşı’nın ardından Kore savaşının izlerini yavaş yavaş unutmaya başlamış,dev şirketler daha da büyümeye çalışıyor. Reklamcılığın yükselişi olarak kabul edilen bu yıllarda New York City’nin o devasa gökdelenleri arasında bir kreatif reklam direktörü ile tanışıyoruz. Saçları her zaman düzgün taranmış, bir elinde viskisi sigarası ile karizmatik Don Draper’a hayran hayran bakıyoruz.

Bir diğer başyapıt Sopranos’un yazarlarından Matthew Weiner 7 sezon boyunca Mad Men ile harikalar yaratmasını izledik.  Mad Men hiçbir zaman yalnızca bir TV dizisi olmadı,  Mad Men o yılları bir belgesel detayıyla ve doğruluğuyla yansıtan Amerikan toplumunun dönüşümünü teatral bir şekilde sahneleyen bir şovdu. Rusya ile olan Soğuk Savaş’tan Kennedy suikastine, Muhammed Ali’nin efsane maçından siyahilerin ayaklanmasına 68 kuşağı hareketinden Ay’a ayak basışa kadar Amerikan toplumunu o yıllarda derinden etkileyen tüm olayları kendine has üslubuyla anlatan Mad Men yayınlandığı süre boyunca Amerika’da sürekli gündemde oldu. O yıllarda son derece serbest olan sigara kullanımını, kadınlara olan bakışı, homofobiyi, ırkçılığı korkusuzca eleştirerek Amerika’nın kendisiyle tekrar yüzleşmesini sağladı. Öyle ki Obama bile 2014’te kadınlara olan maaş eşitsizliğinden bahsederken “Artık bir Mad Men bölümüne ait olması gereken işyeri kurallarından kurtulma zamanı geldi” cümlesini kurdu.

Mad Men birçok reklamcının da ilham kaynağı oldu, sloganın ve mesajın önemini anladık. Heinz, Volkswagen, Lucky Strike gibi dev markaların yöneticilerinin nasıl ikna edildiğini gördük. Radyoyla başlayan kitlesel medya iletişiminin, TV’ye nasıl dönüştüğünü izledik. Hedef kitle belirlemenin önemini adeta bir MBA dersi alır gibi öğrendik.

Mad Men’in etkisi sadece bunlarla kalmadı; kullanılan kostümler yeniden moda akımı yarattı, dizide kullanılan müzikler yeniden popüler oldu, dekorlar açık artırmada “Vintage” mobilya olarak satıldı. Bazı bölümler diyaloglarıyla, oyunculuklarıyla, senaryosuyla, sinematografisiyle sinema sanatını herkese sevdirdi. Her ne kadar dizi Jon Hamm-Don Draper üzerine kurulsa da diğer karakterler de nakış gibi işlendi. Öyle ki her sezon adaylıklarda Mad Men’in yardımcı oyuncuları  boy gösterdi. Üst üste 4 sezon en iyi drama ödülünü kazanarak bu alandaki rekora ortak oldu. Gelmiş geçmiş en iyi drama dizisini aşağıdaki gibi replikler için tekrar tekrar izleyeceğiz:

“Bir erkek bir odaya girdiğinde, tüm hayatını beraberinde o odaya getirir. O anda başka bir yerde olmak için milyon sebebi vardır. Sadece ona sor.”

Ata İsmet Özçelik (Hepsi Detay)

HOUSE OF CARDS

Kevin Spacey’nin 4. duvarı yıkmasıyla başlıyor her şey. Gözümüzün elifine bakıp bizi oyuna davet ediyor, itiraz etmek ne mümkün.  Muktedirler ve daha muktedirler arasındaki kedi – fare oyununun nefes kesici hikayesi House of Cards’ı takip edebilmek için Amerikan siyasi düzenine hakim olmamak bir yerden sonra önemsiz oluyor. Dizi insan doğasının en hesapçı, en bencil, en acımasız yönünü gözler önüne seriyor, sadece olaylar Washington DC’de geçiyor. Netflix’in bu ilk TV dizisi yatırımı, güçlenen dizi piyasasında yeni ve farklı bir kanal, taptaze bir vizyonun da habercisi… Son 3 yıldır Şubat ayının sonunda eve kapanıp bütün bölümleri üst üste izleme, günün sonunda insanlığımızdan tiksinme, yine de Kevin Spacey ve Robin Wright’ın cazibesinin etkisinden çıkamama gibi yan etkilerle birlikte geliyor. Sinemadaki çoğu ergenlik sonrası zihni hedef alan filme inat, yetişkin dertlerle kapımızı çalıyor. Manipülatif ve hafif tabirle esnek ahlaki değerlerle kuşanmış Hank & Claire Underwood çiftinin ilişkisi tuhaf bir yoldaşlık örneği aynı zamanda da. İkilinin uyumu, dizinin yer yer Shakespeare’e yakınsamasını sağlıyor, Beyaz Saray’ın koridorlarında adeta Macbeth sahneleniyor.

David Fincher’ın ilk bölümünü yönettiği ve yaratıcı yapımcılığını üstlendiği House of Cards, Social Network’e de çok yakışan soğuk çelik ve sıcak sarı tonlarını harmanlayan ve şehri iyi kullanan sinematografisi, örümcek ağı gibi ilmek ilmek örülmüş senaryosu ile öne çıkıyor zaten. Yine de, her bölümü bir iletişim ve pazarlık dersi olarak izlenebilecek olan dizinin en büyük kozu, oyuncu kadrosu. Kevin Spacey’in Robin Wright’la karşılıklı sahneleri ezmesine, Se7en’dan ve Usual Suspects’ten Londra sahnesine uzanan tekinsiz adamlar galerisine bir yenisini eklemesine tanık olmaya denk gelen sinematik çok az şey var bugünün popüler sinemasında. Kaldı ki, oyuncu kadrosunun geri kalanı da kendilerine verilen fırsatlar doğrultusunda devleşiyor. House of Cards, izlediği filmde sağlam oyuncu performansları arayan seyirci için popüler sinemaya sağlam bir alternatif teşkil ediyor.

Seda Artar Öztekin (talk is fine)

RAY DONOVAN

Dizi dünyasının altın çağını yaşadığı tartışmasız bir gerçek. Hemen hemen her zevke ve beğeniye hitap eden bir dizi bulmak mümkün. Bu çeşitliliğin içerisinde benim seyrinden en fazla keyif aldıklarım ise genellikle dram/suç klasmanından çıkma işler. Suç temeline sahip diziler her zaman ilgimi çekmiştir ve çekmeye de devam ediyor. En sevdiğin diziler nedir diye sorulduğunda bir nefeste; Sons of Anarchy, Boardwalk Empire, The Sopranos, The Wire, OZ ve Breaking Bad’i saymam boşa değil sanırım. Ekran ömürlerini kusursuz bir biçimde tamamlamış bu dizilerin yanına eklediğim güncel tek bir dizi var o da Ray Donovan. Peki kimdir, nedir bu Ray Donovan diye soranlarınız olacaktır mutlaka. Çünkü bu şahane dizi 3.sezonunu devirmek üzere olmasına rağmen nedense bizim buralarda pek ilgi görmeyi başaramadı. Kısaca; ana karakterimiz Ray Donovan, Los Angeles’ın zengin insanları için çalışan bir iş bitirici. Ünlülerin, sporcuların ve iş hayatının önemli insanlarının başları sıkıştığında kapısını çaldıkları ilk kişi olarak karşımıza çıkıyor. Dizi tabii ki sadece onu değil tüm Donovan ailesini ve ailenin bağlı olduğu kişileri de katman katman işliyor. Karakter yaratımı ve gelişimi açısından oldukça başarılı bir yapım Ray Donovan. Oyuncu kadrosunun verdiği performanslar, senaryonun ilerleyişi-işlenişi ve karakterler arasındaki etkileşim mükemmele yakın bir gerçekçilik ile yansıtılıyor.

Dizi, Donovan ailesinin hikayesi gibi görünüyor görünmesine ama öte yandan da erkeklerin dünyasında neler olup bittiğine yönelik bir içeriğe de sahip. Türünü sorguladığımızda dram/suç hatta yer yer kara komedi olarak karşımıza çıkan Ray Donovan bu türün derinliğini metne katabiliyor. Cast açısından da nokta atışı tercihler söz konusu. Bu yıl, dizi ile Altın Küre adaylığını kapan Liev Schreiber, kariyerinin en iyi performansını ortaya koymakla kalmıyor aynı zamanda ekranda da devleşiyor. Ona eşlik eden Jon Voight ve Eddie Marsan gibi usta oyuncular da seyir zevkini katlayarak arttırıyorlar. Senaryo ve oyunculuklara ek olarak teknik açıdan da sinema filmi havasına sahip bölümleri ile kalburüstü bir dizi Ray Donovan. Umarım bu müstesna diziye bir şans verirsiniz. Kesinlikle pişman olmayacaksınız.

Murat Karakuş (@murattkarakus)

RECTIFY

Rectify, televizyonun altın çağının altın çocuklarından biri değil belki ama 2000’lerin televizyon dünyasına yapılan bu yakıştırmayı haklı çıkaran sayısız küçük ölçekli cevherin önde gelenlerinden… Gözde diziler için tehlikeli olabilecek frekanslardan dingin bir edayla çalarak, çok az sayıda kişinin takdir edeceği, yalnız onsuz mükemmeliyetin olası olmadığı, görkemli bir süreçten geçen bu makinenin arka planda işini sessiz sedası gören vazgeçilemez dişlilerinden biri. Henüz 19 yaşındayken hukuk sisteminin çok da hukuki olmayan yöntemlerle tecavüz ve cinayetten ölüme mahkum ettiği Daniel Holden’ın, 20 yıl boyunca her gününü son günüymüş gibi, bir hücrede kitaplara gömülmüş bir şekilde geçirdikten sonra ortaya çıkan yeni DNA verileriyle yabancısı olduğu hapishane dışındaki dünyaya üzerindeki şüpheler tam anlamıyla giderilmeden salıverilmesini konu alan dizi, sinsice bütün bedeninize yayılıp sizi hareketsiz bırakabilecek yetkinlikte duygu dünyanızı alt üst etmeye müsait bir drama. Film festivali atmosferini evlerinize taşıyan, psikolojik, sosyolojik ve felsefi öğelerin katman katman yedirilerek bir an olsun seyirciyi boş bırakmayan, çokları için yavaş kaçabilecek, günümüzün en entelektüel çabalarından Sundance Tv’nin bu ana gemisi, insan olmanın zor bir zanaat oluşunun cesur bir hatırlatıcısı. Daniel’ın suçlu olup olmadığı üzerinde çok az durarak, durum ağırlıklı senaryosu ve gerçek hayatla neredeyse birebir seyreden temposu ile suç hikayesi formatını baştan yazan küçük ekranla beyaz perde arasındaki bu kayıp halka, “Hannibal”ın görsel zarafetine diğer uçtan duyumsal bir cevap veren bir karakter analizi. Daniel’a hayat veren Aden Young’ın tüm diziye sirayet eden Emmy kalibresindeki kasvetli maestroluğu dahiyane ve iz bırakan cinsten. Abigail Spencer’ın Daniel’ı hayata döndüren ve orada tutmaya çalışan kız kardeş Amantha performansı, dizinin başlangıcından beri omurgayı ayakta tutan önemli parçalardan ve Daniel’ın hayatlarına girmesini takiben eşiyle arası açılan, başta taşralı bir hödük olarak sunulan fakat giderek oldukça derinlikli bir karaktere bürünerek ivme kazanan üvey kardeş Teddy Jr. rolünde Clayne Crawford diziyi daha da güçlü kılan yanları. Öldürmeyen şeyin kişiyi güçlendireceği argümanına orta parmağını gösteren Rectify, televizyon için zor ve sinema için imkansız olanı hakkıyla yerine getiren eşsiz bir tecrübe. Daha da ötesi, televizyon dünyasıyla haşir neşir olan birçokları için “izlemediğiniz en iyi dizi”.

Harun Acar (4/4)

AMERICAN HORROR STORY

Son yıllarda Amerikan TV endüstrisinin Amerikan sineması ile yarışacak derecede yol kat ettiği inkâr edilemez bir gerçek. Tabi bu durum her sene ilgiyle takip ettiğimiz ödül yarışçıları ya da bağımsız festival güzelliklerinden ziyade ana akım işler için geçerli bir durum. Özellikle dramada ve komedide birçok beyazperde yapımına taş çıkaracak nitelikle oldukça başarılı işler var televizyonda. Bunun yanında son yıllarda iyice çöp filmlere ev sahipliği yapan korku türünü ise TV’de American Horror Story ayakta tutuyor. Her sene onlarca korku filmi piyasaya çıksa da bir iki tanesi dışında izlenebilir bir şeye rastlayamıyoruz. Elle tutulur herhangi bir hikayeden yoksun, tek derdi kanla şiddetle seyirciyi korkutmak olan günümüz korku sinemasının aksine American Horror Story, sağlam bir hikaye örgüsü, harika oyunculuklar ve göz kamaştıran biçimsel meziyetleriyle (olağanüstü set tasarımları, baş döndüren görüntü yönetimi, mükemmel müzik kullanımı vs.) bir korku hikayesi nasıl anlatılmalı dersi veriyor adeta.

Diziyi takip etmeyen birçok insanın sandığının aksine American Horror Story, kesinlikle izleyiciyi korkutmayı amaçlayan gerilim dolu bir dizi değil. Aksine oldukça eğlenceli seyreden, korkuyu ve komediyi harmanlayan bir iş. Her sezonunda aynı oyuncular fakat farklı karakterler ve farklı bir hikaye ile karşımıza çıkan dizi, hem korku ve gerilim klişelerini bir potada eriterek yeni bir şeyler ortaya koymayı beceriyor hem de toplumsal konuları ince ince işleyerek içi dolu bir alt metin sunuyor. Yıllardır yapımcıların üstüne gitmekten bıkmadığı ormanda seks partisi verirken katledilen gençlerin hikâyesine karşı, toplum tarafından dışlanan insanların, din ve bilim karşılaştırmalarının korkutucu boyutunun ve istediğini elde etmek için sınırları zorlayan egzantirik karakterlerinin psikolojilerinin üzerine gitmeyi tercih ediyor. Özellikle ikinci sezonu olan ‘Asylum’ ayakta alkışlanası iş. 1960’larda geçen hikâye; birtakım entrikalarla akıl hastanesine düşürülen lezbiyen bir gazeteci, gizli Nazi subayları, din uğruna aklını kaybeden rahibeler, karısı siyahî olduğu için toplum tarafından tepki gören bir karakter, seks bağımlıları, hastalar üzerinde deneyler yapan deli doktorlar ve daha bunun gibi aslında çok derin yerlere çıkan birçok karakter tasarımlarını bir araya getiriyor. Tüm bunları da inanılmaz bir mizah ve 60’ların ruhunu yakalayan karanlık ve ürkütücü bir atmosferde güçlü bir hikâye örgüsüyle anlatmayı başarıyor. American Horror Story’nin günümüz korku filmlerine taş çıkardığını düşünmemin sebebi belki de budur. Hem korku filmlerine verdiği sayısız referanslarla korkuseverleri zevkten doruklara çıkarıyor, hem de yüzeyde eğlenceli bir seyirlik gibi görünürken alt metinlerde oldukça güçlü söylemler ortaya koyuyor. Aynı durum Freak Show’da oynayan gerçekten ‘freak’ oyuncular için de geçerli. Coven’ın son bölümde üstüne iyice vurgu yapılan eşcinsellerin toplum tarafından dışlanması ya da her türlü ‘farklı’ görünen insanların dışlanması gibi söylemleri de unutmamak gerek.

Belki bir yıl içerisinde birkaç tane beğendiğim korku filmi çıkmıyor değil, ama bu sayı hiçbir zaman bir elin parmaklarını geçmiyor. Yüzlerce çöp film türün kalitesini düşürmeye devam ediyor. İzlediğim her film aynı şeyi izliyormuş hissiyatından kurtaramıyor ve ortaya elle tutulur bir senarto ya da izlenebilir oyunculuklar koyamadıkları için bir süre sonra korku filmi izlemeyi de bırakmak zorunda kalıyorum. Zamanında Hitchcock, Kubrick, Polanski gibi isimlerin bile el attığı, Craven (RIP), Carpenter ve De Palma gibi isimlerin harika işler ortaya koyduğu bir türün güzel bir örneğini beyazperdede göremeyince, seyirci olarak biz de American Horror Story’i izleyip en azından eski korku filmlerinin atmosferini tadarak keyif almaya çalışıyoruz. Zira American Horror Story korkutan öldürmek gibi bir iddiası olmasa da, Jessica Lange, Kathy Bates, Sarah Paulson gibi izlemeye doyamadığımız birçok oyuncunun hayran bırakan oyunculukları eşliğinde korkuseverleri tatmin edecek derecede zengin, gösterişli ve baş döndürücü bir deneyim sunuyor. Bize de darısı korku sinemasının başına diyerek beyazperdede bu tarz işler görmeyi dilemekten başka bir şey kalmıyor.

Muhammed Ali Kavas (Café du Cinema)

BOJACK HORSEMAN

Netflix çatısı altında yayın hayatına sessiz sedasız devam eden oldukça başarılı bir animasyon BoJack Horseman. Ne yazık ki kanalın diğer yapımları kadar reklamı yapılmadığından izleyici sayısı oldukça kısıtlı. Lakin iki sene içerisinde kendine has kemik bir hayran kitlesi oluşturmayı başardı. Diziye adını veren karakter, 90’lı yıllarda çok izlenmiş ve geçmişte oldukça ünlü olan bir aktör. Ama tabii Hollywood’un acımasız kuralları onu da paramparça ediyor ve şov dünyasına tutunmayı başaramayan BoJack gözden düşüp eski şaşası olmayan bir hayata dönüyor. Refah içerisindeki düzeni kaldığı yerden devam etse de BoJack’in manevi tatminsizliği onu mutsuz, neredeyse intahara meyilli bir bireye dönüştürüyor. Dizinin ufak flashbacklerinde çocukluğunda kendisini ailesine kabul ettirme çabalarını görüp esasında tüm bu güvensizliğin de anne ve babasından kaynaklı olduğunu daha rahat anlıyoruz. Hayvanlarla insanların aynı habitatta iç içe yaşadığı bu yeni Hollywood düzeninde BoJack’in tek derdi tanınmak da değil. O sevilmek, saygı görmek ve önünde böyle bir aile figürü olmamasına rağmen düzenli bir hayata aç bir adam.

İstediği şeyleri elde ettiğinde asıl amacının bu olmadığını fark eden tanıdığımız tek adam BoJack Horseman değil. Dizinin özellikle ikinci sezonunda bu karakter ile Mad Men’in Don Draper’ı arasında ciddi bağlar kurabiliyorsunuz. Tabii bunu bir esinlenme olarak yorumlamak da pek doğru olmaz. Sadece şunu belirtmek gerek ki, eğer dramayla komediyi en doğru şekilde buluşturabilen ve televizyonun yıllanmış işleriyle boy ölçüşebilecek bir animasyon varsa adres belli. BoJack ilk bölümünde absürd bir komedi anlayışını benimsiyormuş gibi olsa da her bölümünde ilmek ilmek işliyor hikayesini. Televizyonun altın çağında yüzümüzün sadece kablolu dramaları ve kurallara karşı koyan komedilerle değil, aklınıza gelmeyecek kadar kuvvetli bir animasyonla da gülebileceğini görüyorsunuz. Will Arnett, Aaron Paul ve Alison Brie’nin oluşturduğu seslendirme ekibinin bu dört dörtlük yapıma ruh kattığına da şüphe yok. Özellikle ikinci sezon finalinde nirvanaya ulaşıp ardında yaşadığı deneyimin sarstığı seyirciler bıraktığını da ekleyeyim.

Umur Çağın Taş (Oscar Boy)

3 Comments

  1. Merve

    8 Eylül 2015 at 13:38

    AHS’nin listedeki varlığı diğer bütün herşeyi silip götürmüş.
    Piyasadaki klişe korku filmlerini sırasıyla merkezine alıp 13 bölüm boyunca yine o filmlerin seviyesinde bir senaryo ve kurguyla karşımıza çıkan ve aslında oraya gözünüzü boyamak için konulmuş ünlü kadrosu olmasa Nickoledon’da rahatlıkla yayınlanabilecek seviyedeki bu dizi mi TV’nin sinemadan daha iyi olduğunun göstergesi? I mean, come on? Guilty pleasure olarak izleyeni anlarım ve antoloji olarak çekilmesinin bir cazibesi olduğunu da inkar etmiyorum ama, bana sanat bu, televizyonculuğun gelebileceği en iyi yer bu diyemezsiniz.

  2. Refik Eren Uysal

    8 Eylül 2015 at 15:48

    Rick and Morty hem bayıla bayıla izlediğim hem de hakettiği değeri görmediği için hayıflandığım bir diziyken şu anda listede görmek acayip mutlu etti beni.Bu tarz dizileri sevenlere ben de birkaç alternatif sunmak isterim.Cartoon Network’ün yayınladığı çocuklardan ziyade yetişkinlere hitap eden üç yapım Adventure Time,Regular Show ve Flapjack.Bu dizilere de bir şans verin derim ben de nacizane 🙂

  3. Mehmet Çınar

    8 Eylül 2015 at 21:28

    Hannibal tek başına televizyonun kalitesini bi 3 gömlek yukarıya çıkarıyor. Bu kadar seyirciyi önemsemeyip, sırf sanat için sanat diyip yardıran bir dizi/film daha görmedim.

Yorum yazın...Cevabı iptal et

Exit mobile version