Eleştiri
Sicario
Kariyerinin ilk günlerinden bu yana şiddetli geçimsizlik sebebiyle sürekli mesafeli durduğum Denis Villeneuve’ün Oscar macerası ilk filmi Polytechnique ile değil, Incendies ile başladı. Ağlak bir drama olan yapım, Yabancı Dilde En İyi Film kategorisinin adaylarından biri oldu. O sene Biutiful, Dogtooth ve In a Better World gibi güçlü rakiplerle savaşan film, sonunda ödülü Danimarka’ya kaptırdı. Bu yarı Kanadalı, yarı Fransız adamın sesini bir daha kolay kolay duymayız derken Prisoners geldi. Hollywood’un ünlü simalarıyla bir araya gelip klasik bir cinayet öyküsünü masaya koymaya çalışan Villeneuve bu filminde beni ilkinden daha çok hırpaladı. Ucuz bir tansiyon yaratarak, neredeyse beşe bölünüp ayrı ayrı hikayeler halinde klişe filmler olarak pazarlanabilecek bir düzeneği iki saati aşıp sabır sınırlarını zorlayan tek bir bütün halinde önümüze koydu. Neyse ki Akademi, Roger Deakins’in yüzü suyu hürmetine tek bir adaylık vererek köşesine çekildi. Aynı sene içerisinde gelen Enemy ise zaten ilk yarım saatinin sonunda yolunu kaybetmiş, arthouse filmlerin yüz karası olmaya aday bir dağınıklıkla şansını denedi; ama tabii onun yolculuğu da berbat eleştiriler ve zarara varan gişe rakamlarıyla sona erdi. Yani demem o ki, son üç filmiyle de beni kazanmayı başaramadı Denis Villeneuve. Kendine has bir tarzı olmayan ve kimsenin merak etmediği hikayeleri filme çekmeyi tercih eden yönetmenin yeni uzun metrajlı işi ise kariyerindeki diğer yapımlara göre bir adım ileride duruyor. Peki neden? Buyrun konuşalım.
Sicario yakın tarihte Kathryn Bigelow’un Zero Dark Thirty’sinde izlediğimiz bir matematiğe sahip. Filmin tamamının sizi finaldeki çatışma sahnesine hazırladığını söyleyemem. Çünkü öncesinde ufak örnekler vererek heyecanlanmanızı ve çok daha büyük ölçekli bir mizansen izleyeceğinizin sinyallerini veriyor. Başarılı FBI ajanı Kate Macer’ın etrafında dönen hikaye, üsleri tarafından yer alması için teşvik edildiği bir görevi anlatıyor. Nelere şahit olacağını tam olarak bilmeden kabul ettiği bu görev onu Meksika ve ABD arasındaki sınırlara kadar götürüp, uyuşturucu kartellerinin kimliklerini açığa çıkarma uğruna her türlü kuralı ve prosedürü ihlal etmeye itiyor. Taylor Sheridan tarafından yaratılan Kate Macer karakteri de prensip sahibi bir kadın olduğu için kimi zaman bu sınır tanımayan harekatlar, Kate ile iş arkadaşları arasındaki tansiyonun giderek artmasına sebep oluyor.
Hazır Taylor Sheridan demişken Sicario’nun en büyük problemine, senaryosuna değinmek istiyorum. Her Denis Villeneuve filminde olduğu gibi burada da bazı anlarda pek çok fikrin aynı anda kullanılması yüzünden yine başladığı yerden çok çok uzaklara doğru seyir alan bir hikaye var. Ama ne kadar enteresandır ki, Sicario’nun bazen de elindeki potansiyeli iyi değerlendiremeyerek yeteri kadar kompleks olamadığı için parçalandığına şahit oluyorsunuz. Tam olarak benzediklerini düşünmesem de Drive’ı hatırlayarak izledim filmi. Tabii ki de Nicolas Winding Refn’in çıkardığı iş Sicario’dan birkaç gömlek üstün. Fakat ikisi de stil ve estetik kaygıları bol olan, bu sebeple ekrana koydukları hikayeyi sağlam temeller üzerine oturtmak için çok çaba sarf etmeyen işler. Mesela Josh Brolin’in canlandırdığı Matt Graver isimli karakter o dünyaya o kadar karikatürize, o kadar yapay kalıyor ki Brolin’in elinde olmamasına rağmen hem karakterden, hem de oyuncudan soğuyorsunuz. Filmin merkezine yerleştirilen Emily Blunt’ı ise ilk yarıda efektif bir şekilde kullanmalarına rağmen, film direksiyonu çevirerek Alejandro’ya (Benicio del Toro) odaklandığında sıradan bir figürana dönüşüyor.
Sicario’nın en temel başarısı tabii ki de tekniği. Villeneuve’ün vizyonu eline aldığı tekstler yüzünden hala sorgulanmaya açık olsa da Prisoners’dan sonra bir kez daha çalıştığı görüntü yönetmeni Roger Deakins filme ruh katmış. Eğer bir aksilik çıkmaz ise kariyerine altına dönüşmeyecek yeni bir Oscar adaylığı ekleyeceği söylenebilir. Geçtiğimiz sene The Theory of Everything sayesinde Oscar barajını aşan Jóhann Jóhannsson’ın da ipuçlarıyla dolu besteleri Sicario’yu bir tık daha yukarıya taşıyor. Yalnız karşılaştırıldığı Zero Dark Thirty’nin aksine Sicario’nun elinden teknik üstünlüğünü aldığınızda elinizde kalanlar epey yavan. Mesela finale doğru bir anlam kazanan Meksikalı ailenin hikayesi kötü yapılmış şekilsiz bir hamur işinin üzerine kusurları kapatılsın diye atılan süs çikolata parçalarını andırıyor. Görüntüsü güzel, ama tadınca kalitesiz kakaonun yağı damağınıza yapışıp bir türlü gitmek bilmiyor. Tüm bu kusurlarına rağmen belki de filme sıfır beklentiyle gittiğim için Sicario’yu sevdiğimi de söylemem gerek. Ya da bir noktadan sonra çok daha iyi bir film olmasını istediğimden dolayı da kafama takılan şeyleri sıralıyor olabilirim.
Emily Blunt’ın ciddi anlamda başarılı bir kariyer yürüttüğüne şüphe yok. Aradan The Adjustment Bureau felaketini çıkarırsanız The Devil Wears Prada’dan bu yana tek bir kötü filmde yer almadı. Ama bir yandan da sanırım hepimiz kabul ettiği rollerde ufak bir eksiklik hissediyoruz. Sicario’nun Kate’inde de aynı problem var. Bilemiyorum, belki de Blunt kurgu odasının kurbanıdır. Çünkü çok daha cezbedici, kompleks bir kadın yaratılabilecekken amaçtan çok araca dönüşüyor. Benicio Del Toro biliyorsunuz ki Cannes’dan bu yana herkesin Oscar tahminlerinde. Neden adının tahminlere dahil edildiğini anlamak mümkün. Çünkü bu işte artık uzman olan Del Toro çok karizmatik bir kötü adam yaratmış. Hatta rol üzerine o kadar oturmuş ki kötü adam demeye bile diliniz varmıyor. Josh Brolin yukarıda da belirttiğim gibi senaryonun yarattığı enkaz altında can verenlerden. Filmin en büyük sürprizi ise Jon Bernthal oldu. The Walking Dead sonrası Hollywood’un kapılarını aralayan başarılı aktör, Martin Scorsese ve David Ayer’dan sonra şimdi de Villeneuve ile çalışma fırsatı yakaladı. Bu arada fanlarına da ufak bir not düşelim: Bernthal, Daredevil’ın ikinci sezonunda kötü adamı oynamaya geliyor. Bir Emmy adaylığı kokusu alıyorum sanki…
Demem o ki Sicario elindeki fırsatları bir bir tepen, ama nihayetinde seyircisini salondan hoş bir tebessümle ve neredeyse tatmin olmuş bir şekilde yolluyor. Filtreli algınızla birlikte işin gerilim / aksiyon kısmına odaklandığınız takdirde çok zevk alacağınızın garantisini verebilirim.
[review]
Emre
13 Ocak 2016 at 15:43
Senaryo klişe buna rağmen film iyidir ama Villeneuve nun en iyi filmi istese de olamaz çünkü Incendies diye bişey var adamın filmografsinde (bence)