Eleştiri

Son of Saul

Yayınlandı

on

Saul fia | Yönetmen: László Nemes | Oyuncular: Géza Röhrig, Levente Molnár, Urs Rechn, Sándor Zsótér, Todd Charmont, Uwe Lauer, Christian Harting, Kamil Dobrowolski | Senaryo: László Nemes ve Clara Royer | 107 dakika | Drama


Açılış notu: Tembellik, ülke gündemi, iş, seyahat, tez heyecanı derken Filmekimi’nin en başarılı filmlerinden Son of Saul’u yazmayı unuttum. Fikirlerimi çok merak ettiğinizden değil de kendi kendimi affetmek için böyle bir not yazmam gerektiğini düşündüm. Saygılar.

Geçtiğimiz sene Oscar Boy ve Readers’ Choice Ödülleri’ni ayırarak yıllardır demir yumrukla yönettiğim (beni sevmeyen bir okuyucumdan alıntıdır) bir geleneğin tüm kurallarını değiştirdim. Yalnız bunun sebebi gelen ısrarlar ya da adaylar açıklandıktan sonra gelen veryansınlar değil. Özellikle son iki yılda izlediğim filmler çok daha geniş bir spektrumda olduğu için geneli memnun edemeyeceğim ayan beyan ortadaydı. Memnun etmekten de öte artık kendi zevklerim arasından favorilerinizi seçemeniz için bir dayatmada bulunmak istemedim. Nitekim benim En İyi Film listemle sizlerinki arasında sadece 2 ortak yapımın bulunması her şeyi açıklıyor. Ki bu iki yapım da Kış Uykusu ile Whiplash idi. Mesela benim Top 10’umda sizlerin tek bir adaylık dahi vermediği 4 film var: Obvious Child, Kreuzweg, Under the Skin ve Inherent Vice. Konuyu nereye getirmeye çalıştığıma gelirsek… Ben Son of Saul’un da genelden benzer bir tepki alacağını ve hatta “Buna mı başyapıt diyorsunuz?” tadında yorumlarla boğuşacağını düşünüyorum. Peki neden? Birincisi herkesin midesinin kaldıracağı bir deneyim değil. İkincisi ufku açık bir yönetmen neredeyse deneysel sayılabilecek bir hikaye anlatımını benimsiyor. Üçüncüsü ise “instant classic” olarak nitelendirilebilecek yapımların hep nahoş bir şekilde karşılanması. Ama benim için bunlar pek de önemli değil. Şimdiden söylüyorum Son of Saul, 2015’in bize verdiği en özel armağanlardan biri.

Filmi izleyen herkesin herhalde aklına en çok takılan şey Son of Saul’un yönetmeninin daha önce hiçbir şey çekmemiş olması. Bir ilk filmin bu kadar düzgün tasarlanmış, hiçbir tuzağa düşmeyen muazzam bir senaryoyla uygulamaya geçilmesine çok alışık değiliz. Macar asıllı László Nemes, Dheepan’ın Altın Palmiye’yi aldığı Cannes’dan teselli niyetine verilen bir Jüri Büyük Ödülü ile ayrıldı. Ki kaba bir tabirle bu ödül filmin ikinci geldiğine işaret ediyor. Son of Saul, daha önce sayısız defa izlediğimiz tarihin acılarla dolu bir parçasına odaklanıyor. II. Dünya Savaşı döneminde Nazi Almanyası tarafından kurulan Auschwitz toplama kampında geçen film, kendi insanlarını öldürüp yakmak zorunda kalan bir tutsağı merkezine alıyor. Filme de adını veren karakter, Saul bu dehşet verici düzenin içerisinde her dakika ölümle yüz yüzeyken yaşam mücadelesi veriyor aslında. Fakat senaryo hikayenin bu parçasını geri plana atarak Saul’un gaz odasından sağ çıkmış bir erkek çocuğunu kendi evladı gibi benimseyerek onu kurallarına göre gömmek istiyor.

Soykırım temalı filmlerde alıştığımız ajitasyon Son of Saul’un tek bir karesinde dahi yok. Bunu Schindler’s List seven bir izleyici olarak itiraf ediyorum: Nemes’in filmde müzik kullanmaması, arka planda vuku bulan vahşeti flu göstererek ana karakterine odaklanması filmin lehine işliyor. Saul’un ya yüzünde ya da sırtında duran kamera etrafındaki insanların bile yüzlerini seçememize sebep oluyor. Ancak onları Saul’la direkt iletişime girdiklerinde ve kameranın baktığı alana iyice yaklaştıklarında görüyoruz. Bu radikal seçim tabii ki de ana karakterin her olaya verdiği tepkiyi daha yakından takip etmemize yardımcı oluyor. Tabii bıraktım izlemesini, okuması dahi insanın tüylerini ürperten bu olaylara artık Saul asimile olduğu ve derisi sahip olduğu koşullar sebebiyle kalınlaştığı için beklediğimiz büyüklükteki tepkileri vermiyor. Ve bu da bana kalırsa Son of Saul’un bir başka güçlü parçası. Savaşla ilgili her hikayede hep var olan, ama bu kadar net bir şekilde dile getirilmemiş bir perspektif; hem kurban olup, hem de artık daha beterini göremeyeceğini bilerek uyuşmak, tepkisiz kalmak.

Ben filmin büyük bir kısmında aksiyon ya da gerilim gibi öğeleri olmasa da nefes alamayarak izledim Saul’un yaşadıklarını. Nemes’in bir yönetmen olarak amacı da bu sanırım, dar bir çerçeveye sıkıştırdığı kamerasıyla izleyicisini aynı kapana kısılmış bir başka esir gibi hissettirebilmek. Suratınıza sürekli silleler atarak sizi sersemleştirmeye de çalışmıyor. Zaten filmin tamamı suratınızın tam ortasını hedef alan koca bir yumruk gibi. Görsel olarak çok güçlü bir sinema örneği olmasını geçtim Nemes’in yarattığı atmosfere olan hakimiyeti de takdire şayan. Dışarıdan bakıldığında üzerine çok mesai harcanmamış gibi dursa da Son of Saul’u 2015’ten alıp sinema tarihinin sayfalarına adını altın harflerle yazdıran şey detaylara olan düşkünlüğü. Ne yazık ki filmin izlemesi kolay olmayan bu üslubu filmin daha çok izleyiciye ulaşmasını engelleyecek. Lakin final noktasına vardığınızda kolay kolay unutamayacağınız bir deneyimin parçası olduğunuzu fark etmek her şeye değecektir diye umuyorum.

László Nemes haricinde bir kişiye daha alkış tutmak şart, o da kamera ondan başkasını göstermese de neredeyse hayalet bir kahraman sayılabilecek Géza Röhrig. Asıl mesleği oyunculuk olmayan Macar asıllı bir şair esasında. Nemes ile yollarının nasıl kesiştiğine dair net bir bilgi yok henüz. Fakat ödül sezonu içerisinde, eğer ki söylendiği gibi Yabancı Dilde En İyi Film kategorisinin açık ara favorisine dönüşürse eminim işin aslını öğreneceğimiz zaman da gelir. Tekrardan Röhrig’in oyunculuğuna dönersek… Çok büyük oynayarak seyirciyi büyülemeye çalışmayan, bu sebeple de filmin bütününe kaynamış bir performansı var. Mimiklerini ölçülü bir şekilde kullanması, ağlayıp sızlanmak yerine çoğunlukla verdiği tepkilerin kaşlarını çatmaktan ibaret olması yetiyor da artıyor bile. Ki zaten sahip olduğu kısıtlı koşullar içerisinde oradan oraya savrulurken Saul’un çok da sağlam bir psikolojiye sahip olamayacağını idrak etmek çok güç değil. Umuyorum Emmanuelle Riva benzeri bir başarı hikayesine imza atarak, işçiliğinin karşılığını alır.

2015 Cannes Film Festivali dahilinde gösterilmiş filmler içerisinde Carol ve The Lobster ile birlikte vaktinizi harcamaya değer gördüğüm tek yapım Son of Saul. Salondan çıktığınızda “İşte sinema bu!” diye haykırmak isteyeceğinizin garantisini veremiyorum. Ama evet, aralarınızdan birileri benimle aynı fikirde olup koştura koştura filmi ne kadar beğendiklerini bir yerlerde haykırmak isteyecek.


[review]

Yorum yazın...Cevabı iptal et

Exit mobile version