Eleştiri
Brooklyn
Aylar öncesinde sahip olmama rağmen okumak için sürekli ertelediğim Colm Tóibín romanı Brooklyn, suya sabuna dokunmadan 1950’li yıllardaki göçmen meselesine oldukça romantik bir pencereden bakmaya çalışıyor. Yüzeyinde öğleden sonrası okuyup bitirmelik bir chick flick gibi dursa da Tóibín’in amacı ABD ve Ada arasındaki farkları iki erkek karakter üzerinden göstermek. Konuyu şöyle bir özetleyecek olursak… Genç İrlandalı kızımız Eilis, ablasının yardımıyla İrlanda’dan Amerika’ya, filme de adını veren Brooklyn’e hem çalışmak hem de daha kaliteli bir hayat kurmak üzere göç ediyor. Günleri annesi ile her şeyden çok sevdiği ablasını özleyerek geçtiğinden, kendi memleketinden olan kızlarla dolu evde kalabalıklar içerisinde yalnızlık çekerek her geçen gün biraz daha mutsuz oluyor. Gitmek zorunda kaldığı dans ise Eilis’in hayatında her şeyi değiştirecek bir adamı getiriyor huzuruna: Tony. Her geçen gün bu genç İtalyan’a daha da kapılan Eilis, Brooklyn’e ayak uydurup ailesine daha az mektup gönderir, onları daha az hatırlar oluyor. Fakat filmin ve aynı zamanda romanın çok önemli bir twist’i var: Eilis, geri dönemeyeceği sözler verdiği Brooklyn’den, İrlanda’da yaşanan tatsız bir olay sebebiyle bir süreliğine ayrılmak zorunda kalıyor. Ve bu süreçte de tüm kasaba ahalisinin Eilis’i Jim Farrell adında bir başka delikanlı ile bir araya getirme çabalarına tanık oluyoruz.
Hollywood’da özellikle 1990 sonrası çıkan romantik komedilerde iki erkek arasında kadınlara çok alışığız esasında. Sürekli kadını ikinci plana atan sektör, bir şekilde aldatan erkeği içselleştirmek yerine merkezine kadınları koyarak onları seçimi zor aşklar arasında bırakmaya başladı. Brooklyn de tam olarak bu formülü kullanmamasına rağmen benzer bir temadan besleniyor. Bir noktadan sonra Eilis’in hayatındaki iki önemli erkekten kimi seçeceğini merak ediyor, taraf tutmaya başlıyorsunuz. Ve işin ilginci belki de ilk kez esas kızımız suçluluk duygusu hissetmeden bırakıyor kendini başkalarının kollarına. Tabii filmin geçtiği dönem ve Eilis’in İrlanda kökleri sebebiyle daha tutucu bir ilişki var bu genç adamlarla arasında. Fakat ufak mimikler, cümlelerindeki vurgular ve kurduğu samimiyet her şeyi anlatmaya yetiyor.
Tóibín’in romanını beyazperdeye uyarlayan isim Nick Horny olmuş. Eğer kendisinin kitaplarını okuma imkanı bulduysanız Hornby’nin romandan ziyade film senaryosu yazdığını biliyorsunuzdur. Bana kalırsa yazarlığı her iki alanda da oldukça zayıf. Bu filmde Tóibín’in esaslı ana karakteri Eilis’i bile zaman zaman karton bir kızcağıza dönüştürmeyi başarmış. Fakat ilk yarıdaki komedi sosunun, ikinci yarıda kendini kelli felli bir dramaya bırakması Hornby’nin artık rayına oturan tarzının bir başka örneği. Benzer bir tabloyu An Education’da da yaşamıştık hatırlarsanız. Filmde beni en çok etkileyen detay özellikle Eilis’in İrlanda’ya döndükten sonra esasında Amerika’daki hayatına ne kadar da alıştığını fark etmesi oldu. Sessiz sakin bir kız olarak doğduğu toprakları terk ederken, geriye kendinden emin ve dimdik yürüyen bir kız dönüyor. Mesela herkes siyahlara bürünüp, büyük çerçevede kaybolan renklere sahip kıyafetlerle dolanırken, Eilis birbirinden renkli kostümleriyle oradan oraya salınıyor. Ki eklemeden geçemeyeceğim, filmin en güçlü yanı da buydu bana kalırsa.
Peki benim Brooklyn’le ilgili en büyük problemim ne? Açıkçası en başta sorunun oyuncular olduğunu düşünmüştüm. Fakat zamanla Saoirse Ronan’ın performansının değeri gözümde büyüdü. Emory Cohen’le tanışmadıysanız, muhtemelen Brooklyn sonrası “Acaba bu çocuk Kerem Bürsin mi?” diye araştıracaksınız. Mimiklerinden fiziğine kadar her şey benziyor. Kısa zamanda pek çok büyük rol yakalayan ve rüştünü yavaş yavaş ispatlayan Domhnall Gleeson ise ikinci yarıda beliren diğer erkeği oynuyor. Yardımcı rollerde en çok göze çarpan isim hiç kuşkusuz Julie Walters. Yemek masasından başka bir yerde görmediğimiz deneyimli aktris, Maggie Smith’in Downton Abbey’de yaptıklarının aynısını yapıyor esasında. Her olayla ilgili alaylı ve yerine cuk oturan bir cümlesi var. Filmin komedi boşluğunu doldurduğuna hiç şüphe yok. Jim Broadbent ise ne amaca hizmet ettiğini kitapta da anlayamadığım rahip olarak karşımıza çıkıyor. Belki Eilis’in İrlanda’yla olan son bağı olarak görülebilir. Fakat Julie Walters’ın ev sahipliği bir çatının altında kaldığı için by tezi destekleyecek bir şey de yok.
Sanırım yine tüm oklar Nick Hornby’yi göstermekte. Filmden ziyade ikinci sınıf bir televizyon dizisi karalıyormuşçasına özensizce hareket eden meşhur yazar, yine oldukça romantik olabilecek bir hikayeyi dallanıp budaklandırarak parçalara bölmüş. Belki de filmden yüksek bir beklentimin olmasının kurbanıyımdır bilemiyorum. Ama şu haliyle iyi uyarlanmış bir Nicholas Sparks romanından fazlasıymış gibi hissettirmiyor.
[review]
ozanutkugezen
18 Ekim 2015 at 14:38
Yazıyla ilgili çok ufak bir düzeltme: Nicholas’lar karışmış, Stoller değil Sparks olacak yazarın soyadı.
Umur
18 Ekim 2015 at 23:41
Yazarken arattığımı, ama buna rağmen yine de yanlış yazdığımı söylesem? 🙂 Teşekkürler düzeltme için.