Eleştiri
The End of the Tour
Her yıl kısmetimize düşen kasvetli biyograflerden nasibimizi aldığımız için ben The End of the Tour’un gösterimine büyük bir önyargıyla gittim ve bu sene tutunduğum bu beklentisiz tavrın bir kez daha ekmeğini yemiş gibi hissediyorum. Rolling Stone muhabiri David Lipsky’nin bizzat yazdığı David Foster Wallace biyografisinden uyarlanmış film. 96 yılında “Infinite Jest” adında bir kitap çıkarıp dönemin en çok konuşulan yazarlarından birine dönüşen Wallace, hala modern edebiyatın önemli isimlerinden biri olarak görülüyor. Ömrü boyunca Thomas Pynchon gibi bir başka dehayla mukayese edilen, 2008 yılında da intihar ederek canına kıyan bir adam bu. The End of the Tour ise Wallace ile filmin uyarlandığı kitabı kaleme almış David Lipsky’nin 96 yılında beş günlüğüne bir araya gelerek yaptıkları röpörtajı konu alıyor. Yeni çıkan kitabını tanıtmak için yollara düşen yazara, Lipsky’nin eşlik ettiğini ve bu küçük okuma turunun ikilinin arasında yarattığı garip bağı izliyoruz.
Smashed ve The Spectacular Now’dan sonra bir kez daha sıradan sayılabilecek bir hikayeden olağanüstü çıkarımlar yapabilmeyi başaran yönetmen James Ponsoldt kısa bir süre içerisinde benim gerçekten hoşlandığım yönetmenlerden birine dönüştü. Önümüzdeki sene de bir başka kıymetli yazar, Dave Eggers’ın The Circle’ını uyarlayacak. Bu filminde ise Ponsoldt sanki bir yönetmen olarak değil, bir seyirci gibi düşünerek önümüzdeki biyografik hikayeyi çekici bir hale getirmeyi başarmış. Filmin merkezine aldığı adamın hayatını tamamen anlatmak yerine, Rolling Stones muhabiriyle yaptığı röpörtaj üzerinden detayları çaktırmadan vererek tanımlıyor karakterini Ponsoldt. Her ne kadar gözlerinizin önünde yakın tarihten çok değerli bir edebiyatçı olsa da Wallace’ın mütevazı kişiliği filmin bütününe işliyor ve ortaya seyri keyifli, sıcacık bir film çıkıyor. The End of the Tour portresini çizerken monotonlaşmak yerine her dakikasında komedi içeriği sayesinde de dinamik olabilmeyi başarıyor.
Filmin başarılı olduğu noktalardan bir diğeri de salonu David Foster Wallace’ı daha çok tanımak isteyerek terk etmenizi sağlaması. Kitaplarını okumak, bu adamın kafasının içerisinde neler döndüğünü bilmek için çaba sarf ediyorsunuz. Ben sinema salonundan çıktığım gibi soluğu ufak bir kitabevinde aldım mesela. Burada da bahsi sıkça geçen Infinite Jest‘in başına oturdum bile. Bir diğer önemli detay da filmin varoluş sebebiniz ne olursa olsun, başarılı ya da başarısız bir adam olun, her şeyin bir noktada koca bir boşluktan ibaret olduğunun altını çizmesi. Ana karakter de bu anlayışı benimsediğinden dolayı bu kadar tasasız belki de. Lipsky ile Wallace arasındaki sohbetlerden de öyle ince seçimler yapılmış ki, bir an olsun boşuna sarf edilmiş bir cümleyle karşı karşıya kaldığınızı düşünmüyorsunuz. Biraz abartıp filmi Seinfeld’le karşılaştıracak kadar ileri gideceğim sanırım. Çünkü The End of the Tour’da da her şey hayatın tam içinden olmasına rağmen bir yandan da hiçbir şey anlatmıyormuş gibi bir izlenim yaratıyor.
İki başrol oyuncusunu alkışa tutmamak inanın epey zor. Jesse Eisenberg’ün benzer karakterlere can verdiğine şahit olmuştuk zaten. Yine geleneksel olmayan, dünyaya daha farklı perspektifden bakan, dolu dolu bir adamı canlandırıyor. Ama filmin asıl yıldızı Jason Segel. Çünkü sahneyi her terk ettiği anda geri gelmesi için adeta yalvarıyorsunuz. Film bittiğinde David Foster Wallace’ı bu kadar ilgi çekici kılan şeyin sadece yaşadığı hayat değil, aynı zamanda da Segel’ın başarılı işçiliği olduğunu anlıyorsunuz. Erkek oyuncu performansları açısından zayıf geçen 2015’in güzel bir armağanı oldu bu oyunculuk. Bağımsız sinemanın vazgeçilmezleri haline dönüşen Joan Cusack, Mamie Gummer ve Anna Chlumsky ise ufak sürprizler gibi arada beliriyorlar. Fakat The End of the Tour’un en büyük sıkıntıları hepsi de. Çünkü film iki ana karakterine o kadar ağırlık veriyor ki, onlar haricinde kadraja girmeyi başaran her karakter kötü çizilmiş bir karikatür hissi veriyor.
Bu yılın gizli hazinelerinden biri olarak değerlendirilebilir bana kalırsa The End of the Tour. Eğer ki Jason Segel, sene sonunda Oscar’a aday olmayı başarırsa muhtemelen en çok sevinç çığlığı atan ben olacağım. James Ponsoldt’un The Circle ile yapacaklarını da merakla bekliyorum. Umarım kariyerinin diğer parçaları kadar başarılı bir film olur.
[review]