Eleştiri
The Martian
Ridley Scott, Blade Runner ve Thelma & Louise sebebiyle bir sinemasever kuşağı etkisi altına almış meşhur bir yönetmen. Fakat 2000’li yılların başından beri niteliksiz stüdyo filmleri çıkararak yeteneklerinin kapsadığı alanı çoktan terk ettiğini kanıtladı. Zannediyorum kariyerinde beni son dönemde heyecanlandıran tek işi Prometheus idi. O da Blade Runner haricindeki nadir başarılı filmlerinden Alien’ın mirasçısı olduğu için sanırım. Oscar için çekildiği bariz belli olan American Gangster, Gladiator, A Good Year, Kingdom of Heaven ve daha nicesi bana göre hedefi ıskalamaktan öteye geçemeyen bir grup yapımı temsil ediyor. Fakat şunu kabul etmek gerek, bilimkurgu kesinlikle Ridley Scott’ın yetkin olduğu bir tür. Arada ufak tefek hayal kırıklıklarına sebebiyet verse de 70’li yıllardan bu yana öyle ya da böyle devam ettirdiği kariyerinde hep hayal gücünün sınırlarını zorlayan filmleri akılda yer etmeyi başardı. O yüzden The Martian için heyecanlanan ve yönetmenin bildiği sulara geri dönmesini kollarını açarak karşılayan kesimi anlayabiliyorum.
The Martian’ın en büyük problemi, tabir-i caizse çok ergen bir beynin içerisinden çıkıp vücut bulması. Filme gelmeden evvel zaten Andy Weir’ın kitabı uzayda geçen herhangi bir hikayede rastlayabileceğini her türlü klişeyi bir araya toparlıyor. Ana karakterimiz Mark Watney, dışarıdan çok da kahraman gibi durmayan bir astronot. Evet, belki de dünyadaki en havalı mesleklerden birini yapıyor; ama asıl uzmanlık alanı botanik. Mars’daki görevleri sırasında çıkan problemlerle Watney, diğer meslektaşları tarafından geride bırakılmak zorunda kalıyor. Fakat hayata sımsıkı tutunan bu ortalama Amerikalı adam, eğitiminin de ona sağladığı avantajla mühendislik dehasını ortaya koyarak Dünya’dan Mars’a gelecek bir sonraki uzay gemisini beklemeye koyuluyor. Sıfırdan patates yetiştirmesinden tutun da elindeki kısıtlı imkanlarla NASA’ya ulaşmaya çalışmasına kadar pek çok “zeka” kokan macerasına tanık oluyoruz Watney’nin. Bir noktadan sonra da en başta sıradanlığının altı çizilen karakterimiz için tüm dünyanın tek yürek olmasını izliyoruz ve tabii ki de Amerikan bayrakları eşliğinde Watney’yi yücelttikçe yücelten bir resim çiziliyor.
Şimdi gelelim, Ridley Scott’ın Oscar’a aday olması beklenen yönetmenliğine… The Cabin in the Woods ile yönetmenliğe atılan, Lost ve Daredevil gibi dizilerde çalışmış Drew Goddard’ın imzasını taşıyan senaryo zaten dediğim gibi bağlı olduğu materyalden ötürü inanılmaz sınırlı bir alana sahip. The Martian, derme çatma bir fizik ve matematik bilgisiyle inanılmaz şevklenmiş genç bir kardeşimizin “Bestseller yazmam lazım!” kaygısını daha ilk sayfasında hissettiriyor zaten. Ve ne gariptir ki deneyimli yönetmen Ridley Scott, hikayenin bu çocuksu yanını törpülemek için hiç çaba sarf etmemiş. Çok allayıp pullayarak kalabalığa karışmak istemesem de böyle bir öykü Christopher Nolan’ın elinde neye dönüşürdü diye düşünmeden edemedim. Mutlak surette şiir okuyan Michael Caine’i bir yerlere yapıştırmayı başarırdı mutlaka. Fakat en azından Nolan’ın yarattığı evrenlerde izlediğimiz insanların kaygılarının, kızgınlıklarının, kalp kırıklıklarının ne olduğunu biliyoruz. The Martian’ın Mark Watney’si bir mesih edasıyla oradan oraya süzülüyor. Ne ailesine tanıyabiliyoruz, ne de aynı gemide üç sene boyunca yolculuk ettiği arkadaşlarıyla olan ilişkisini anlayabiliyoruz. Üstelik Ridley Scott, Watney’nin yörüngesinden ayrılmamamız için de fazlasıyla direterek filmdeki diğer tüm oyuncularına da figüran muamelesi yapıyor. Bu kadar zayıf bir hikaye anlatımını kutsamak için ne günah işledik hakikaten çok merak ediyorum.
Filmin fazla göz boyamayan setleri, hatırlamakta güçlük çektiğim müzikleri ve Matt Damon’ın yaşadığı kilo kaybını yüz hatlarına ve omuzlarına yansıtmayı unutan efektlerini de göz önüne aldığımızda acaba The Martian’ı frontrunner statüsüne eriştiren ne var diye tekrar tekrar soruyorum kendime. Bu arada performansları da anmadan olmaz. Kameranın özellikle ilk yarıda odağından hiç ayrılmayan Matt Damon, talk showlardaki personasının üzerine tek bir şey eklemeden tüm filmi sırtında taşımaya çalışıyor. Evet, Damon hayranı olmadığım yalan değil. Fakat geç izlediğim The Talented Mr. Ripley sayesinde bakış açım epey değişti Damon’a. Yine de bu radikal pencereden bakıp da The Martian’daki Damon’ın harikalar yarattığını iddia etmek epey güç. Filmde rol alan diğer oyuncuların rollerini açıklamak ise oldukça kolay: Jeff Daniels üzerine yapışan prestijli yönetici, Sean Bean yine doğrunun yanında olan memur ruhlu bir bilim insanı, Kristen Wiig endişe kraliçesi, Jessica Chastain artık baygınlık veren kadın kahraman, Michael Pena aksanıyla sempatik olmaya çalışan yan karakter, Kate Mara coolluktan gönlünü kime kaptırdığını bilmeyen kız, Chiwetel Ejiofor bir başka endişe timsali, Mackenzie Davis ise eye candy rolünü üstleniyor.
The Martian’la ilgili yanlış şeyleri sıralamaya daha bir ömür devam edebilirim. Filmdeki Çinli karakterlere yazılan içler acısı diyaloglar, en ucuz network dizisinde bile görmediğimiz cinsten vasat final, filmin sürpriz “aşk” sahnesi… Ama işte üzerine o kadar kafa patlatmaya değecek bir film değil The Martian. Düzgün çekilmiş bir gişe filmi, o kadar.
[review]
Berkay
30 Ekim 2015 at 16:17
Merhabalar Umur
Bu filmle ilgili adaylık konusunda bir beklentin veya tahminin var mı? Ben erkek oyuncu yarışı bu sene çok zayıf olduğu için Matt Damon’a bir adaylık gelmesi ihtimalini yüksek görüyorum, sen ne dersin?
Umur
30 Ekim 2015 at 16:18
Merhaba Berkay.
Filmi izlemeden evvel ben de aynı şeyi düşünüyordum. Ama açıkçası şu an ses ve görsel efekt kategorileri haricinde bir adaylık alacağına inanmakta güçlük çekiyorum.
Yasin
28 Ocak 2016 at 23:03
yukarıdaki attıgın yoruma bakıp ne hissediorsun acaba 😀 merak ettim de