Tembelin Günlüğü

Tembelin Günlüğü

Yayınlandı

on

Tembelin Günlüğü hayat kurtarmaya devam ediyor! İzleyip de beğenmediğim, yazmak için kenarda biriktirdiğim filmleri bir avazda aradan çıkarma zamanı şimdi. Peki bugünün konukları arasında hangi vasat yapımlar var? Tarihin en başarılı franchise’larından Terminator’ın yeni macerası Terminator: Genisys, Almanya’nın Oscar aday adayı Labyrinth of Lies, Gaspar Noé’nin filmografisine hiç mi hiç yakışmayan Love, bir dünya klasiğinin uyarlaması Madame Bovary, yılın eğlenceli gişe filmlerinden The Man from U.N.C.L.E. ve bağımsız film ödüllerinden adaylık almadan dönmeyen iki yapım, Heaven Knows What ile Meadowland. E hadi başlayalım.

TERMINATOR: GENISYS | Yönetmen: Alan Taylor | Oyuncular: Arnold Schwarzenegger, Jason Clarke, Emilia Clarke, Jai Courtney, Lee Byung-hun, J.K. Simmons, Willa Taylor, Bryant Prince, Wayne Bastrup | Senaryo: Laeta Kalogridis, Patrick Lussier (uyarlama) ,James Cameron ve Gale Anne Hurd (karakterler) | 126 dakika | Aksiyon, Bilimkurgu, Macera

Terminator’la genç tanışmış bir izleyici olarak Terminator’ın ilk iki filminden de fazlasıyla zevk aldığımı söyleyebilirim. James Cameron’ın yarattığı karakterler beyazperdenin kültler arasına adını yazdırdı bile. Sarah Connor, oğlu John ve tabi filme adını veren Terminator sektör ayakta durduğu müddetçe hafızalardan silinmeyecek. Bu 2015 model yeni hikayede de bir önceki başarısız devam filmi Terminator Salvation’ı es geçen Arnold Schwarzenegger’ın dönüşünü kutluyor. Gerçi bir yandan da olası yeni hikayeler için kapıyı aralamak üzere California’nın eski valisini emeklilik yolunda eşlik etmişler. X-Men: Days of Future Past’de de bolca gördüğümüz zaman yolculuğu meselesini kullanarak gelecekten dönüş yapıp Sarah Connor’ı korumaya gelen Kyle Reese’le start alıyor Terminator: Genisys. Yalnız daha genç, Game of Thrones’un Khaleesi’si olarak tanıdığımız Emilia Clarke var bu sefer rolde. Ne işe yaradığını filmin ikinci yarısında öğrendiğimiz Kyle Reese’i ise Hollywood’un yıldız yapmak için epey uğraştığı Jai Courtney canlandırmakta. Kötü karakter arayanlara da hemen Jason Clarke’ı işaret edeyim. Judgment Day’deki kötülerden bile daha çok yaka silktiren bir rol uygun görülmüş. Peki ilk filmlere göre neden Terminator: Genisys’e bu kadar düşük puan veriyoruz? Hele ki senaryoları üç aşağı beş yukarı aynı iken… Çünkü James Cameron’ın 1984’te başlattığı bu hikaye bir zamanlar çığır açıcı bir teknoloji kullanıp yaratıcılığın sınırlarını zorlarken, yeni Terminator filmleri her yıl izlediğimiz bol bütçeli diğer aksiyonları andırıyor. Beni üzen şey televizyonda harikalar yaratan Alan Taylor gibi bir yönetmenin bu ve Thor: The Dark World gibi rezaletlerle evet demesi, başka bir şey değil. [C-]

LABYRINTH OF LIES (Im Labyrinth des Schweigens) | Yönetmen: Giulio Ricciarelli | Oyuncular: Alexander Fehling, Friederike Becht, Hansi Jochmann, Johann von Bülow, Gert Voss, Robert Hunger-Bühler, André Szymanski, Tim Williams | Senaryo: Giulio Ricciarelli ve Elisabeth Bartel | 122 dakika | Drama

Bu yıl Yabancı Dilde En İyi Film yarışı için iki büyük film var biliyorsunuz. Bunlardan birinci Macaristan’ın Son of Saul’u. Bugüne kadar soykırıma bu kadar orijinal bir perspektifden bakan başka bir film izlememiştik. Diğeri ise Türkiye’nin es geçmesi üzerine Fransa tarafından Oscar’a gönderilen Mustang. Onun için de şöyle söyleyelim: Bugüne kadar böyle ucuz bir kampanya yapıp, gerçekten de Türkiye’yi anlatabiliyormuş taklidi yapan bir başka yönetmen görmemiştik. Neyse efendim, gelelim Labyrinth of Lies’a… Bu ikili yarışta rakiplerini biraz geriden takip ediyor olsa da anaakım sinemaya salyalarını akıtan Akademi üyelerinin çok kolay kalbini çalabilecek bir film var karşınızda. Ülkesinde 2014 başında gösterime girmiş ve En İyi Film ödülünü de Victoria’ya kaptırmış hatta. 50’li yılların sonunda İkinci Dünya Savaşı sırasındaki katliamları yapanların peşine düşen idealist bir avukatı merkezine yerleştirerek aklınıza gelebilecek en klişe senaryoyu yazmışlar ve ortaya da Labyrinth of Lies çıkmış. Bana Fransa’nın birkaç yıl evvel gönderdiği, tabir-i caizse çöp film The Intouchables’ı hatırlattı. Yetkin olmadığı her anda (ki bu filmin %90’ını kapsıyor) müziğe dayayarak seyirciyi manipüle etmeye çalışan bir başka iş daha. Ama özellikle setleri ve yukarıda da resmini gördüğünüz sahnelerdeki kamera kullanımı takdire şayan. Eğer Akademi’nin ilk 9’una kalmayı başarırsa aday olur. Hatta belki Mustang ve Son of Saul’un oylarının bölünmesi halinde ödülü bile alabilir. Tabi benim gözümde sonunu getirmeye değer bir film değil, orası başka. [C-]

LOVEYönetmen: Gaspar Noé | Oyuncular: Karl Glusman, Aomi Muyock, Klara Kristin, Déborah Révy, Isabelle Nicou | Senaryo: Gaspar Noé | 135 dakika  | Drama, Romantik

Bugüne kadar çektiği üç uzun metrajlı filmine de hayranım Gaspar Noé’nin. Kendi jenerasyonunun en heyecan verici yönetmenlerinden biri olduğunu düşünüyorum. Her sinemaseverin Enter the Void, I Stand Alone ve Irreversible’ı izlemesi gerektiğini de ömrümün sonuna kadar tekrarlamaya devam edeceğim. Ama bu kadar kusursuz bir kariyere, Lars von Trier benzeri bir histeri hiç yakışmamış. Love sadece bu yıl değil, tüm zamanların en kötü filmlerinden biri. “F” vermemiş olmamın tek sebebi Gaspar Noé ismi. Sözde erotizmi de kullanarak esasında seksin de aşktan beslenen bir fiil olduğunu söylüyor Noé. Film daha ilk sahnesinde provokatörlüğe başlayarak birbirlerini tatmin etmekle meşgul ana karakterlerinden ikisinin yatağına misafir ediyor bizleri. Sonrası ise tam bir karmaşa. Filmin büyük bir çoğunluğunda kötü lisanı ile hikayeyi anlatan ana karakter tek bir mimiğini dahi oynatamıyor. Üstelik bir noktadan sonra da toparlamasını ümit ettiğiniz senaryo daha ilk 15 dakikanın sonunda tekrara geçip parçalara ayrılıyor. Hepsini elekten geçirdiğinizde de elinizde sadece kırmızıya takıntılı bir yönetmenin önceki filmlerinde kullandığı kadrajların kötü kopyaları, kameranın varlığından utanıp seks yapmayı beceremeyen ya da gerçekten yaptığının seks olduğunu düşünen berbat oyuncular ve anlamsız mı anlamsız bir senaryo kalıyor. Üstelik Love erotik ya da seksi de değil. Fifty Shades of Grey’den tahrik olmayı beceren kesim muhtemelen ekrana ruhunu teslim edecektir. Ama lütfen… Sevişmeyi öğrenip ekran başına geçelim. [D]

MADAME BOVARYYönetmen: Sophie Barthes | Oyuncular: Mia Wasikowska, Henry Lloyd-Hughes, Ezra Miller, Paul Giamatti, Rhys Ifans, Logan Marshall-Green, Olivier Gourmet, Laura Carmichael | Senaryo: Rose Barreneche, Sophie Barthes (uyarlama), Gustave Flaubert (roman) | 118 dakika | Drama

Mia Wasikowska’nın daha evvel de çok önemli bir edebiyat uyarlamasında başrolü aldığını görmüştük. Ama ne yazık ki Jane Eyre’ın yarattığı beklentiyle Madame Bovary’nin başına oturmak büyük hüsran yaratıyor. Çünkü ne Sophie Barthes bir Cary Fukunaga, ne de pek sevdiğim Ezra Miller bir Michael Fassbender olmayı becerebiliyor. Tıpkı Jane Eyre ve Anna Karenina gibi dünya edebiyatının en önemli kadın karakterleri arasında yerini alan Madame Bovary, aldatmanın özgürlük sayıldığı ve güçlü kadın karakter damgasına hak kazandırdığı 19. yüzyıl hikayelerinden bir diğeri. Flaubert’in romanı hakkında konuşmak bana düşmez; ama ilk okuduğumda yaşadığım hissi bu yeni uyarlamayı izlerken de iliklerimde hissettim. Kupkuru, tekdüze ve inanılmaz tahmin edilebilir rotasında hareket eden ikinci sınıf bir drama Madame Bovary. Ne acıdır ki kostümleri bile gözümüzü boyamaya yetmiyor. Lakin Mia Wasikowska bana kalırsa yeni jenerasyonun en yetenekli aktrislerinden biri. Ve bu sıradan prodüksiyonda bile performansıyla öne çıkabilmeyi başarmış. Ben kabarık eteklerin içinde boğulan, fakat kendini hayatın kurbanı olarak görüp kendi finalini kendi çizen kadınlardan fena halde sıkıldım. Madame Bovary yerine oturup Far from the Madding Crowd izleseniz kendinize çok daha büyük bir iyilik yapmış olursunuz. [C-]

THE MAN FROM U.N.C.L.E. | Yönetmen: Guy Ritchie | Oyuncular: Henry Cavill, Armie Hammer, Alicia Vikander, Elizabeth Debicki, Jared Harris, Hugh Grant, Luca Calvani | Senaryo: Guy Ritchie, Lionel Wigram (uyarlama), Ian Fleming, Norman Felton ve Sam Rolfe (dizi) | 116 dakika | Aksiyon, Komedi, Macera

Sanıyorum Magic Mike XXL basın gösterimi öncesi bize bu filmden sahneler göstermişlerdi. Sahne dediğime bakmayın, 30 dakikayı bulan bir prezentasyondan bahsediyorum. O yüzden The Man from U.N.C.L.E.’a gereken tepkiyi verememiş olabilirim. Özellikle açılışının neredeyse tamamını daha önceden gördüğüm için hiç zevk alamadım, ki muhtemelen filmin de en iyi kotarılmış kısmı orasıydı. 60’lı yıllarda epey ilgi gören bir televizyon dizisinin beyazperdedeki 21. yüzyıl yorumu. Pek sevdiğimiz yönetmen Guy Ritchie’nin Sherlock Holmes’dan sıtkı sıyrılınca kendini yeni bir deneyimin içine atmış. Başrollerde Man of Steel sayesinde maaş çekindeki sıfırların sayısını artıran Henry Cavill, yıldız olmak için çok uğraşmasına rağmen bir türlü yeteri kadar ünlü olamayan Armie Hammer ve bu sene yer aldığı 8 filmin 8’i de teker teker patlayan Alicia Vikander var. Bir görev için bir araya gelen CIA ajanı Napoleon Solo ile KGB ajanı Ilya Kuryakin’in komedi soslu macerası. Ritchie filmlerinden alıştığımız üzere yine stilize aksiyon sahneleri, hiç beklemediğiniz anlarda gelen espriler ve kostümleriyle göz kamaştırmaya çalışan bir tavır var. Yalnız filmin en büyük sıkıntısı pik yapamaması. Bir noktadan sonra sıradışılığı bile olağanlaşıyor. [C]

MEADOWLAND | Yönetmen: Reed Morano | Oyuncular: Olivia Wilde, Luke Wilson, Juno Temple, Merritt Wever, Giovanni Ribisi, Ty Simpkins, Elisabeth Moss, Kid Cudi, Mark Feuerstein, Kevin Corrigan, John Leguizamo, Eden Duncan-Smith | Senaryo: Chris Rossi | 105 dakika | Drama

Aldığı Independent Spirit adaylığı sonrası dün akşam izlediğim Meadowland, çocuklarını kaybeden ebeveyn öykülerinden bir diğeri. Herhalde filmler yapılmaya devam edildiği müddetçe biz de bu evladının acısını ağır depresyonlarla atlata(maya)n karakterlerle muhattap olacağız. Bir televizyon yıldızı iken direksiyonu bağımsız sinemaya çeviren Olivia Wilde’ın başrolünde olduğu yapım, dediğim gibi hayatın sabrını sınadığı bir çifti anlatmakta. Anneyi Wilde canlandırırken, baba olarak da Luke Wilson’ı izliyoruz. Filmi özel kılan bir şey olmaması, hatta Tom Hooper gibi zoomlarla sadece oyuncuların yüzündeki gözeneklere odaklanan kamerası tempoyu epey düşürüyor. Olivia Wilde’ı kendini canlandırdığı karaktere bu kadar adamış olarak hiç izlememiştik sanırım, bu açıdan başarılı olduğu söylenebilir. Fakat görüntü yönetmenliğinden yönetmen koltuğuna geçiş yapan Reed Morano’nun ehlileşmek için biraz daha deneyime ihtiyacı var. Belki Ellen Page’le çektiği buram buram Oscar kokan Lioness isimli yeni filminde bir şeyler değişir. [C]

HEAVEN KNOWS WHAT | Yönetmen: Ben Safdie ve Joshua Safdie | Oyuncular: Arielle Holmes, Buddy Duress, Ron Braunstein, Eleonore Hendricks, Caleb Landry Jones ve Yuri Pleskun | Senaryo: Ronald Bronstein ve Joshua Safdie | 94 dakika | Drama

Hiç tanımadığımız yönetmenler ve oyuncuların bir araya geldiği no-name prodüksiyon Heaven Knows What da Gotham Ödülleri tarafından epey takdir gördü. Hatta dün açıklanan Independent Spirit adayları arasında da iki kategoriye sızmayı başarmış. New York ve ABD’deki büyük şehirlerde kullanımı giderek artan eroini ana karakterlerinden biri haline dönüştürmüş bir film Heaven Knows What. Esasında bir aşk hikayesi olarak görülebilir. Fakat birbiriyle tek bir kenarı dahi uyuşmayan yapboz parçalarını arka arkaya sıralamış gibi bir hali var kurgusunun. Karakterlerinin ruh haline uygun müzikleri ve hikayenin tekdüzeliğine rağmen yerinde durmayan kamerasıyla bir şekilde ilgiyi ayakta tutmayı başarıyor. Fakat bizzat başroldeki Arielle Holmes’un kitabından esinlenerek yazılan senaryo bana çok dağınık geldi. Hatta filmin belgesel mi, yoksa kurgusal bir film mi olmak istediğini anlamakta güçlük çektim. Dağıtımcılar da benimle aynı fikirde olsa gerek Harvey Weinstein’in belgesellere destek veren yan kuruluşu Radius destek vermiş Heaven Knows What’a. Evet, farklı bir deneyim arayanlara bu filmi önerebilirim. Ama gerçekçi olabilmek uğruna yapılan oyuncu seçimleri filmde saniye başına düşen göz devirmelerimin sayısını artırdı. [C]

Yorum yazın...Cevabı iptal et

Exit mobile version